NEREDEYSE
Sanki çok uzak görünen büyülü bir tuzak… Öyle sevimli görünüyor ki insanın gidip tuzağa düşesi geliyor. Bu tuzak dediğim olgu aslında pek de benzemiyor tuzağa. İçine düşseniz idrak edemeyeceğiniz türden… Biraz bilinçaltı biraz bilinçdışı bir hadise… Bizden taa içimizden çıkmış karanlık bir kasırga… Yok edici gücü iflah olmayan önüne kattığını kasıp kavuran saklanmış çirkin yüzümüz… Geçmişe kıyasla modern varsaydığımız toplumda bambaşka şekillerde gün yüzüne çıkıyor. Ve her daim ardında buruk acımsı bir tat bırakıyor. Elbette fikirlerle oluyor bu. Fikirler yerinde panzehir yerinde zehir… Yeni dünya bize pek çok farklı fikir kazandırdı. Kapitalizm ve sekülerizm bunlardan yalnızca ikisi. Tabii bireyciliği es geçmemek gerek. Bu koşullar altında hayatımızın ipleri elimizden yavaş yavaş kaydı. Başta kendimize, bize benzeyenlere sonra bize benzemeyen diğer herkese yabancı olduk. Ayırdık, böldük, parçaladık… Çok mu zevk aldık orası muamma.
Kimilerine göre özgür ve seküler yaşamın meyveleri korkusuzca yenmeli. İnsan aşmalı kuralları hatta gücü yetiyorsa onlar yokmuş gibi yapmalı. O zaman her şey daha kolay, hayat da tozpembe… İçip dağıtmalı, sövüp saymalı ve öpüp sarmalı… Ya ne manası var bunlar olmadan yaşamanın! Saldırmak üstelik var gücüyle… Kuduz bir köpek gibi… Karşı tarafı alaşağı edene dek durmamalı. Bir tek kendine benzeyeni sevmeli insan, değil mi? Biricik olan sen ve sana benzeyen türevlerin köşe bucak kaçmalı diğerlerinden. Dışlamalı, aşağılamalı onu. Onun insan olduğunu unutmalı ki yeterince incinsin. Evet, o; öbür taraftan, diğer takımdan… Ezmeli onu. Sonuna kadar gitmeli. Farklı olanın canına bugün okumazsan yarın ne olacak? Yobaz, gerici, türbanlı, cahil… Farklı çok farklı senden... O senin gibi sevmez. Öpmez, koklamaz ve sevişmez… Ne bilsin aşkı, sevgiyi? O içmez senin gibi. Acıdan anlamaz, varoluş sancısı çekmez. Kafası yok ki dağılsın, değil mi? Okumaz, okusa anlamaz. Bilmez Eflatun’u Dante’yi. Evrim deyince maymun muyum, Big Bang deyince tanrının işi der sıyrılır işin içinden. Acaba ne yapıyor şimdi, ne geçiyor aklından? O da seni düşünüyor belki. O da sana giydiriyor içinden bir bir. Namussuz, zındık, yollu, imansız… Sen de böylesin onun için. Sen de tehditsin. Öngörülemez korkunç bir yabancısın onun belleğinde. O da senin sonun olmak istiyor. Kin kusmak sana, çılgınca yargılamak seni… Sana, senin özüne saldırmak istiyor. Savaşması gerektiğini düşünüyor seninle. Bilirsin iman küfür savaşı hiç biter mi? Ona göre nedensizce asisin. Korkaksın, kaçabildiğin kadar kaçıyorsun. Körsün, bir türlü görmek istemiyorsun gerçekleri. Ya da daha kötüsü güneşi balçıkla sıvamaya kalkıyorsun. O hayatından memnun hor görülmeyi hak etmediğini düşünüyor. Eğer hor görülmesi gereken biri varsa o sadece sensin ona göre. İnsanlara yardım etmenin, alçakgönüllü olmanın, elden geldiğince paylaşmanın nesi kötü? Bu neden reddedilir bir türlü anlamıyor, sen tam bir mankafasın onun için. Teslim olmak, kabullenmek ve ihtiraslara karşı koymak bu kadar zor olabilir mi? Olamaz; o zaman sen zayıfsın, zavallısın onun zihninde. O beş vakit tanrısının önünde eğilir. Sense isyankâr bir başsın onun için. Hem ona hem dokunulmaz tanrısına saldırıp duran bir pislik… Yanlışsın çok yanlış ona göre.
Keyfince yaşayan sen ve kurallara boyun eğen o… Ne çok benziyorsunuz uzaktan. Gökteki yıldızlar ve kumsaldaki kumlar… Yanınızda hiç kalır. O da iç çekiyor bazen derin derin aynı senin gibi. Bir öküz oturuyor böğrüne kalkmak bilmeyen. Onun da kabuk tutmayan yaraları var. Duygusal buhranları, çıkmaz sokakları, sonsuz açmazları… Zaman ona da göreceli, saniyeler geçmek bilmiyor bazen. Mütemadiyen korkuyor gelecekten. Zamanı gelip çattığında getireceklerinden… Keşkeleri var sürüsüne bereket. Pişmanlıkları üstüne çullandığında teker teker o da boncuk boncuk terler. Biri var onu da heyecanlandıran. İstemese dahi her an aklını kurcalayan. Bakmaya kıyamadığı, dinlemeye doyamadığı biri… Dünyayı yeniden sevdiren, aklını fırıl fırıl döndüren… Muhtemelen o da seninki gibi kâbuslar görüyor arada. Korkuyla fırlıyor yataktan. Endişeyle siliyor o kareleri aklından. Seviyor sokaklarda, caddelerde dolaşmayı. Hele bahar gelmişse tümden unutuyor evde durmayı. O da okşuyor bir sokak kedisinin yumuşak tüylü başını. O da Galata’nın sokaklarında gezerken sarhoş oluyor içkisiz. O da her şeye rağmen yürekten seviyor bu garip şehri. Eminönü’nde balık ekmek; Ortaköy’de kumpir… Üsküdar’da Kız Kulesi ve Kadıköy’de vapur keyfi… Hafta içi son gün o da tekli koltukta sızıp kalıyor. Uyandığında yorgunluk nedir bilmiyor. Evet, o da senin gibi hiç boş durmuyor. O da gülüyor, ağlıyor senin yaptığın gibi. Bazen hiç ağlamayacakmış gibi coşkuyla… Bazen bir daha gülemeyecek gibi acıyla… Ve o da acaba diyor her gece içinden. Acaba gerçekten farklı mıyız o kadar? Size bir sır: Bırakın farklıyı neredeyse aynısınız. Neredeyse…
MERAKLISINA NOT: Filmi izlemeyi düşünenler ideolojilerini bir kenara bıraksınlar. Çok ahım şahım bir film olmamasıyla beraber bu satırları bana yazdıran o filmdir. Esaret nedir, özgürlük nedir denk gelirse senaristle uzun uzun tartışılır, konuşulur. Fakat beğenmediğiniz sahneler için beni yormayın.