korkmak gerek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korkmak gerek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2022 Pazar

KELİME OYUNU 70



Kelime Oyunumuz devam ediyormuş. Uzun bir aradan sonra ben de yeniden yazayım dedim. Geçen hafta yoğundum. Baktım öyküm yarım kalmış. Geç olsun, güç olmasın dedim. Beş kelime veriyoruz ve bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme veya benzeri türlerde bir yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, yazabilir, beş kelime de verebilir.

Geçen haftanın kelimeleri: Çember/Sır/Beden/Deli/Bilinç/


KORKUNUN BİLİNCİ

Güneşin ağır ağır alçaldığı bir bahar akşamıydı. Kır çiçekleri son güneş ışınlarının altında turuncumsu bir renge bürünmekteydi. Havada meltem denilebilecek hafif bir esinti vardı. Sazlar boyunlarını hafif hafif eğiyor, boyu kısa olanlar ise tatlı tatlı suyu yalıyordu. Ortalıkta sırrına erişilmez tatlı bir koku vardı. Bu kokunun kaynağı pek muhtemel sazların arkasındaki koruluktaydı. Az ötede çayırlığın içinde hoplayıp zıplayan küçük bir çocuk vardı. Biraz daha yaklaşınca bunun bir kız olduğunu anlıyordunuz. Rüzgâr her estiğinde minik bedenini sarmalayan basma eteği bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Dağınık saçları, al al yanaklarıyla son derece sevimli görünüyordu. Kız durdu ve yere eğildi. Perçemleri yüzünü örtüyordu şimdi. Büyük bir özveriyle papatya toplamaya koyuldu. Ne yapacağını tahmin etmek zor değildi. Çiçekleri otlardan yaptığı çembere iliştirdi. Farklı bir biçimde yapmıştı tacı. Ama fark etmez bir taç yapmıştı işte. Tacı başına taktı ve koruluğun içine doğru yürümeye başladı. Adımları gitgide hızlandı. Galiba bir şeyi takip ediyordu. Fakat takip ettiği şeyle arası bir hayli açılmış olacak ki takip ettiği şey görünmüyordu. Yaprakların arasından batmakta olan gün ışığının az bir kısmı sızıyordu. Koruluk epey loştu. Küçük kız aniden akşamın bastırmakta olduğunu fark etmiş gibi durdu ve geldiği yöne baktı. Ama anlaşılan fark etmemişti. Önüne döndü ve koruluğun içine doğru tasasızca yürümeye devam etti. Sanırsak bu çocuk o kadar küçüktü ki henüz karanlıktan korkması gerektiğini öğrenememişti. Bizleri korkutan aslına bakılırsa karanlık değil bilinmezliğin kendisiydi. Bu küçük çocuksa bilinmeyene sadece merak duyuyor olmalıydı. Merakı sayesinde bir müddet yürüdü. Koruluğun kalbine cesurca yürüyen küçük bacakları artık yorulmaya başlamıştı. Ara sıra tökezliyordu. Bir sefer az kalsın düşecekti. Yine de yürümeyi sürdürdü. Bazen karnı gurulduyor ona acıktığını hatırlatıyordu. Böyle zamanlarda kaşlarını çatarak karnını tutuyordu. Küçük çocuk en sonunda ağaçların seyrekleştiği bir yerde durdu. Az ötesinde derme çatma bir kulübe vardı. O henüz gidip kulübeye şöyle bir bakmaya fırsat bulamamıştı ki kulübeden dev gibi bir adam çıktı. Küçük korkmadı ama kaşlarını kaldırıp ağzını kocaman açtı. Merak etmişti acaba kendisi de bu kadar büyüyecek miydi? En azından şaşkın suratından yaptığımız çıkarım bu yöndeydi. Küçük çocuk hayretle adama yaklaştı. Adam boynunu epey eğip kızla göz göze geldi. Kız pek ilgisini çekmemiş gibiydi. Konuşmadılar. Adam cüssesine uygunca ağır ağır arkasını döndü ve odunlarını doğradığı baltanın başına geçti. Kız onu takip etti ve izlemek için iyice yaklaştı. Merak, ne yazık ki karşı konulmazdır. Peşine takılsanız da takılmasanız da mahvolursunuz. Dışı sizi içi bizi yakar. Elbette merak etmemek merak etmekten çok daha fena bir hadisedir. Çünkü işleyen zihinler bir şeyleri merak eder. Fakat bazen merak yerine korku daha sağlıklı bir içgüdü olabilir. Küçük kızın yapması gereken de buydu: korkmak. Adam konuşmadan var gücüyle odunlarını doğruyordu. O da yakından izlemekteydi. Çocuk biraz sonra hep tekrar eden bu işi izlemekten sıkıldı. Ağaçların etrafında döne döne başka bir oyuna başladı. Etrafında döndüğü üçüncü ağaçtı. Birden acı bir çığlık attı. Bir ayı kapanına basmıştı. Şans eseri ufak ayağı hala yerinde duruyordu. Kapanın sivri dişleri derisini yırtıp geçmiş her yer kan revan olmuştu. Belliydi bu yaranın izi kalacaktı. Biraz geç olsa da işte tam şimdi gözlerinde merak yerine korku vardı. Çırpınmaya başladı. Acı acı inliyor, hıçkırarak ağlıyordu. Adam odun doğramayı bıraktı ve kulübeye girdi. Çıktığında elinde bir anahtar yoktu. Onun yerine bir iskemle vardı. Acele etmeden çocuğun yanına gitti. Tam karşısına oturdu. Koruluk kızın feryatlarıyla yankılanıyordu. Adam son derece sakin bir sesle konuşmaya başladı. ‘Kendi düşen ağlar mı?’ Çocuk bağıra bağıra ağlıyordu hala. Yardım istiyordu ama kelimeler boğazında düğümlenip kalıyordu. ‘Bak ben de yakalandım bir tuzağa. Kimse yardım etmedi bana. Biliyor musun ağlasan da kimse gelmiyor. Benim burada olduğuma bakma yardım etmeyeceğim sana. İçim kanaya kanaya ben kendim çıktım tuzaktan. Öğrenmen lazım başının çaresine bakmayı… Korkmadın mı buraya gelirken akşamın bir vakti? Ya şimdi? Şimdi öğrendin mi korkmayı?’ ‘Öğrendim.’ dedi çoçuk çığlık çığlığa. Hala bir ümit yalvarıyordu onu kurtarması için. Adam kalktı gitti. Kulübede durdu biraz, sonra çantasıyla çıkıp koruluğun içinde gözden kayboldu. Çocuk artık karanlıktan, koruluktan, kocaman adamlardan delice korkuyordu. Biraz daha büyütmüştü onu şimdi korku. İnsanlar kötüydü ve korkmak gerekliydi. Belki de en lüzumlu şeyi bugün öğrendi.