kelime oyunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kelime oyunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2022 Pazar

KELİME OYUNU 70



Kelime Oyunumuz devam ediyormuş. Uzun bir aradan sonra ben de yeniden yazayım dedim. Geçen hafta yoğundum. Baktım öyküm yarım kalmış. Geç olsun, güç olmasın dedim. Beş kelime veriyoruz ve bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme veya benzeri türlerde bir yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, yazabilir, beş kelime de verebilir.

Geçen haftanın kelimeleri: Çember/Sır/Beden/Deli/Bilinç/


KORKUNUN BİLİNCİ

Güneşin ağır ağır alçaldığı bir bahar akşamıydı. Kır çiçekleri son güneş ışınlarının altında turuncumsu bir renge bürünmekteydi. Havada meltem denilebilecek hafif bir esinti vardı. Sazlar boyunlarını hafif hafif eğiyor, boyu kısa olanlar ise tatlı tatlı suyu yalıyordu. Ortalıkta sırrına erişilmez tatlı bir koku vardı. Bu kokunun kaynağı pek muhtemel sazların arkasındaki koruluktaydı. Az ötede çayırlığın içinde hoplayıp zıplayan küçük bir çocuk vardı. Biraz daha yaklaşınca bunun bir kız olduğunu anlıyordunuz. Rüzgâr her estiğinde minik bedenini sarmalayan basma eteği bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Dağınık saçları, al al yanaklarıyla son derece sevimli görünüyordu. Kız durdu ve yere eğildi. Perçemleri yüzünü örtüyordu şimdi. Büyük bir özveriyle papatya toplamaya koyuldu. Ne yapacağını tahmin etmek zor değildi. Çiçekleri otlardan yaptığı çembere iliştirdi. Farklı bir biçimde yapmıştı tacı. Ama fark etmez bir taç yapmıştı işte. Tacı başına taktı ve koruluğun içine doğru yürümeye başladı. Adımları gitgide hızlandı. Galiba bir şeyi takip ediyordu. Fakat takip ettiği şeyle arası bir hayli açılmış olacak ki takip ettiği şey görünmüyordu. Yaprakların arasından batmakta olan gün ışığının az bir kısmı sızıyordu. Koruluk epey loştu. Küçük kız aniden akşamın bastırmakta olduğunu fark etmiş gibi durdu ve geldiği yöne baktı. Ama anlaşılan fark etmemişti. Önüne döndü ve koruluğun içine doğru tasasızca yürümeye devam etti. Sanırsak bu çocuk o kadar küçüktü ki henüz karanlıktan korkması gerektiğini öğrenememişti. Bizleri korkutan aslına bakılırsa karanlık değil bilinmezliğin kendisiydi. Bu küçük çocuksa bilinmeyene sadece merak duyuyor olmalıydı. Merakı sayesinde bir müddet yürüdü. Koruluğun kalbine cesurca yürüyen küçük bacakları artık yorulmaya başlamıştı. Ara sıra tökezliyordu. Bir sefer az kalsın düşecekti. Yine de yürümeyi sürdürdü. Bazen karnı gurulduyor ona acıktığını hatırlatıyordu. Böyle zamanlarda kaşlarını çatarak karnını tutuyordu. Küçük çocuk en sonunda ağaçların seyrekleştiği bir yerde durdu. Az ötesinde derme çatma bir kulübe vardı. O henüz gidip kulübeye şöyle bir bakmaya fırsat bulamamıştı ki kulübeden dev gibi bir adam çıktı. Küçük korkmadı ama kaşlarını kaldırıp ağzını kocaman açtı. Merak etmişti acaba kendisi de bu kadar büyüyecek miydi? En azından şaşkın suratından yaptığımız çıkarım bu yöndeydi. Küçük çocuk hayretle adama yaklaştı. Adam boynunu epey eğip kızla göz göze geldi. Kız pek ilgisini çekmemiş gibiydi. Konuşmadılar. Adam cüssesine uygunca ağır ağır arkasını döndü ve odunlarını doğradığı baltanın başına geçti. Kız onu takip etti ve izlemek için iyice yaklaştı. Merak, ne yazık ki karşı konulmazdır. Peşine takılsanız da takılmasanız da mahvolursunuz. Dışı sizi içi bizi yakar. Elbette merak etmemek merak etmekten çok daha fena bir hadisedir. Çünkü işleyen zihinler bir şeyleri merak eder. Fakat bazen merak yerine korku daha sağlıklı bir içgüdü olabilir. Küçük kızın yapması gereken de buydu: korkmak. Adam konuşmadan var gücüyle odunlarını doğruyordu. O da yakından izlemekteydi. Çocuk biraz sonra hep tekrar eden bu işi izlemekten sıkıldı. Ağaçların etrafında döne döne başka bir oyuna başladı. Etrafında döndüğü üçüncü ağaçtı. Birden acı bir çığlık attı. Bir ayı kapanına basmıştı. Şans eseri ufak ayağı hala yerinde duruyordu. Kapanın sivri dişleri derisini yırtıp geçmiş her yer kan revan olmuştu. Belliydi bu yaranın izi kalacaktı. Biraz geç olsa da işte tam şimdi gözlerinde merak yerine korku vardı. Çırpınmaya başladı. Acı acı inliyor, hıçkırarak ağlıyordu. Adam odun doğramayı bıraktı ve kulübeye girdi. Çıktığında elinde bir anahtar yoktu. Onun yerine bir iskemle vardı. Acele etmeden çocuğun yanına gitti. Tam karşısına oturdu. Koruluk kızın feryatlarıyla yankılanıyordu. Adam son derece sakin bir sesle konuşmaya başladı. ‘Kendi düşen ağlar mı?’ Çocuk bağıra bağıra ağlıyordu hala. Yardım istiyordu ama kelimeler boğazında düğümlenip kalıyordu. ‘Bak ben de yakalandım bir tuzağa. Kimse yardım etmedi bana. Biliyor musun ağlasan da kimse gelmiyor. Benim burada olduğuma bakma yardım etmeyeceğim sana. İçim kanaya kanaya ben kendim çıktım tuzaktan. Öğrenmen lazım başının çaresine bakmayı… Korkmadın mı buraya gelirken akşamın bir vakti? Ya şimdi? Şimdi öğrendin mi korkmayı?’ ‘Öğrendim.’ dedi çoçuk çığlık çığlığa. Hala bir ümit yalvarıyordu onu kurtarması için. Adam kalktı gitti. Kulübede durdu biraz, sonra çantasıyla çıkıp koruluğun içinde gözden kayboldu. Çocuk artık karanlıktan, koruluktan, kocaman adamlardan delice korkuyordu. Biraz daha büyütmüştü onu şimdi korku. İnsanlar kötüydü ve korkmak gerekliydi. Belki de en lüzumlu şeyi bugün öğrendi.


 

19 Eylül 2021 Pazar

KELİME OYUNU 42


 

KELİME OYUNU 42

 

Kelime Oyunu devam ediyormuş. Beş kelime verip bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, deneme, şiir benzeri yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, beş kelime de verebilir. Haftanın kelimelerini Deeptone verdi. Ben de bu hafta elimden kayıp kaçmadan bir yazı ekleyeyim dedim.

Beş kelime: Yurt/Uyku/Böcek/Sedye/Gökyüzü

KALBİN AVUCUMDA

      Kabanıma daha da sarılıp hızlı hızlı yürümeye devam ettim. Poyraz da hızını arttırmıştı. Güneş doğmuştu ama gökyüzünde gri bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Yoldaki su birikintilerine dikkat ederek yürüyordum. Arabamı uzak bir yere park ettiğime çoktan pişman olmuştum. Kasvetli havaya rağmen keyfim yerindeydi. Çünkü ona gidiyordum. Köşeyi dönüp yüz metre daha yürüdüm. Yurda ulaştım. Kaygan merdivenleri temkinli bir biçimde çıktım. Duvarların boyanmış olduğunu gördüm. Akif’in yaptığı yüklü bağışla ilgisi var mıdır diye düşündüm. Bilmiyordum belki öyleydi belki de değildi. Benden kilometrelerce ötedeki eşimi bir an için çok merak ettim. Aramızdaki garip bağı hissettim. Başına bir iş mi geldi acaba diye bir süre düşündüm. Neyse ki kuruntum uzun sürmedi. Odaklanmalıydım. Burada oldukça önemli bir işim vardı. Girişteki danışmaya yöneldim. Kadın, erken geldiğimi söyledi. Ne yapayım uyku tutmamıştı. Onu göreceğim her günün akşamı içimi delice bir heyecan kaplardı. Saman sarısı güzel dümdüz saçları, ela küçücük gözleri ve şirin mi şirin kepçe kulakları olan harika bir varlıktı. Ona her baktığımda gerçek olup olmadığını sorgular gibi kaşlarımı çatıyordum. Masal diyarından çıkıp gelmiş gibiydi. Narin, sevecen ve sessiz bir çocuktu. Akif ile ben gibi sessiz… Kimi zaman dakikalarca konuşmadan bakışır yine de anlaşırdık. Kelimelere değil hislere ihtiyacımız vardı. Bu bize yetiyordu. Yanına gitmek istediğimi birkaç kez söyledim. Kadın biraz bıkkınlıkla biraz da mahcubiyetle beni normalde girilmeyen yatakhane bölümüne götürdü. Bilirsiniz en katı kurallar dahi yeri geldiğinde esnetilmeye müsaittir. Yurt adına yaptığımız katkıları görmezden gelemedi sanırım. Yatakhanede mışıl mışıl uyuyan çocukları geçip o çok sevdiğim masal oğlanının yanına geldim. Usulca yatağının ucuna oturdum.

      Bundan birkaç yıl önce Akif ile çocuğumuz olsun istedik. Sonra zaten doğar doğmaz şanslı olacak bir çocuk yerine hayatı daha zor olan bir çocuğu seçtik. Aslında bu karardan sonra bile çocuk sahibi olmak benim için son derece korkunçtu ama onun sayesinde bu süreci atlattım. O, dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en naif çocuk bu yüzden ona alışmak çok kolay oldu. O, büyük bir şanstı bizim için. Tabii çevreden o kadar çok tepki aldık ki anlatamam. Kendi kanımızdan bir çocuğa sahip olmak varken neden ‘öteki’ olan bir çocuk istemiştik? Başımızın zoru neydi de elin çocuğunu evlat ediniyorduk? Değer miydi hiç? Bu ve bunun benzeri pek çok sinir bozucu ve kırıcı ithama maruz kaldık. Yalnız karar vermiştik bir kere yolumuzdan dönmek yoktu. Onunla hikâyemiz böyle başlamıştı işte. Elbette başta birbirimize alışamadık. Hatta bu durum beni korkuttu. Hep böyle olursa mahvolurum dedim. Çok şükür yavaş yavaş kaynaştık. Bana anne derse mutlu olacağımı yine de istediğini söylemekte özgür olduğunu söyledim. O günden sonra ara sıra bana anne demeye başladı. Dünyalar benim oldu. Şimdi de onun yanında olmak beni fevkalade mutlu ediyordu.

      Üzerini iyice örttüm. O sırada minicik kalbinin atışlarını hissettim. Telaşsız, tatlı tatlı atıyordu. Geçenlerde anneler gününde bana bir kart hazırlamış. Kartta şöyle yazıyordu: ‘Çiçeğim, böceğim biricik anneciğim anneler günün kutlu olsun.’ Kartı okuyunca duygulanıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Akif ağladığımı görünce endişelenip hemen kartı elimden aldı. Okuyunca onun da gözleri doldu. Sık sık yaptığımız gibi sessizce yan yana oturduk. Ben bunları düşünürken o irkilerek uyandı. Onu sarmalayıp güvende olduğunu fısıldadım. ‘Sedye…’ dedi. Yetkililer ağır bir travma geçirdiğini söylemişlerdi. O yüzden hassas bir çocuktu. Ailesini trafik kazasında kaybetmiş. Ne yazık ki olanları hatırlayabilecek yaştaymış. Kalbinin üzerindeki elimi gördü. ‘Kalbim nerede?’ diye sordu heyecanla. ‘Kalbin avucumda…’ dedim. ‘Neden aldın onu?’ dedi. ‘Sadece öpmek istemiştim. Yerine koyuyorum şimdi.’ dedim. Onay verdi. Kucağıma iyice yerleşti. Tekrar göz kapakları ağırlaştı.


6 Temmuz 2021 Salı

KELİME OYUNU 32

 

Güzellik bir illüzyon
  

KELİME OYUNU 32

Beş kelime ile öykü, şiir, deneme benzeri yazı yazma etkinliği devam ediyor. İsteyen herkes katılabilir, beş kelime de verebilir. Haftanın kelimeleri bu sefer benden:

Enfeksiyon /Park/ Korku/ Makyaj/ Salıncak 

ILKA BRUHL

      Hayatım boyunca güzelliğin gerçek tanımın ne olduğunu düşünüp durdum. İdeal ölçülerde bir vücut yapısı, uzun bacaklar, ince beller, sıkı karınlar gibi pek çok insanın kabul ettiği güzellik ölçütlerini kafamda çevirip durdum. Yüz güzelliğinde kabullenilen biçimleri de düşündüm. Dolgun dudaklar, çıkık elmacık kemikleri ve kaydırak burunlar… Hepsi oldukça somut görünen kavramlardı. Peki, hiç soyut bir güzelliğe sahip olan kadın fark edilir olabilir miydi? Güzellik pek çok insana göre göreceliydi ve birçoğuna göre de değişmez temeller üzerindeydi. Güzel, en sade tanımına göre güzel hoş bulunan anlamına geliyordu. Ama bu tanım benim için yeterli değildi. Bu soruya cevap bulmalıydım. Ve bu cevap bulma serüveni esnasında başka bir şey buldum. Kendimi... Ektodermal displazi de onca insanın içinden beni bulmuş olabilirdi ama onun sayesinde ben de kendimi bulmuştum. Nasıl mı?

      Bu soruların cevabı benim için önemliydi. Çünkü beş altı yaşımdan itibaren tutkuyla model olmayı diledim. Şapşal peruklar takıp annemin makyaj masası önünde sürüp sürüştürdüm. Sonra anne ve babamı koridora jüri olarak çağırır, podyum saydığım uzun dar koridorda yürüdüm. Küçükken kendimi güzel bulurdum. Yine de okula gidecek yaşa gelene kadar her sokağa çıktığımda insanların garip tepkilerine maruz kalırdım. Neredeyse hiçbirini anlamazdım. Ama bir gün ailecek parka gittik. Beş altı yaşındaki çocuklarda olduğu gibi benim de aşırı bir sosyalleşme isteğim vardı o aralar. Genelde ailemle beraber oynamama rağmen o gün salıncakta tek başına sallanan bir kızı gözüme kestirdim. Onu oyun arkadaşım yapmaya niyetlendim. Annemin elini bırakıp hoplaya zıplaya kızın yanına gitmeye başladım. Annem herhangi bir tepki vermedi. Nereye gittiğimi sormadı. Elimi tutup yakalamaya da çalışmadı. Bazen düşünüyorum acaba o gün elimi hiç bırakmasaydı daha mı iyi olurdu diye. Ben nihayet kızın yanına ulaştığımda küçük sevecen gözleri açıldı açıldı ve resmen yuvalarından fırlayıverdi. Bunun üzerine kaşlarımı hafifçe çattım. Ama sonra yüz ifademi yumuşatıp sevimli olmaya çalıştım. Ne de olsa arkadaş olacaktık. Ama kız benden hızlı davrandı. Ağzından anlaşılmaz birkaç kelime döküldü. Gerisini de kaçırmamak için ona biraz daha yaklaştım. Yüzünü buruşturarak şöyle dedi: ‘Yüzün korkunç görünüyor.’ O ana kadar hep özgüvenli bir çocuk olmuştum. Bunu duyduğumda ilk olarak şaşırdım. Normalde umursamaz davranırdım. Sonuçta parkta daha bir sürü çocuk vardı. Ve üstelik benim suratım hiç de… Her neyse… O an aklıma çirkin suratlı yaratıklar geldi. Kurt adamlar, zombiler ve vampirler… Yüzüm kıllarla mı kaplıydı? Hayır. Çürümüş müydüm? Hayır. Uçlarından kan damlayan sivri dişlerim mi vardı? Hayır. Tamam ama o an için kızın neden öyle dediğini çok merak etmiştim. Beni derinden sarsmış olacak ki bu anıyı tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum.  Çocuklara has bir masumlukla meydan okurcasına sordum: ‘Neden ki?’ Ama içten içe bu kızdan çekinmiştim. Bir daha konuştuğunda yüzünde acımayla karışık bir iğrenme gördüm. Korku ve şaşkınlık silinip gitmişti. Bu ifadeye aşinaydım. Kaldırımda yürürken yabancıların yüzlerinde de aynı ifadeyi defalarca görmüştüm. Ve şimdi kızın vereceği cevap çok daha çekici gelmeye başlamıştı. Kısa bir an düşündü ve sanırım söyleyeceği birkaç kelimeyi yuttu. ‘Gözlerin suratından aşağı kayıyormuş gibi görünüyor. Burnun basık ve dümdüz… Kulakların çok büyük ve dudakların sanki beni yemek istercesine önde… Tepkimi bekledi ama ben bir tepki veremedim. Çünkü kızın bir çırpıda söyledikleri beni derinden etkilemişti. O da devam etti: ‘Bence aynaya ihtiyacın var. Güzel olduğunu da söyleyemem değil mi?’ Bunu ekleyip yanımdan hızlı adımlarla uzaklaştı. Ben kızın ardından bakakalmıştım. Kendimi kırılmış bir porselen gibi hissettim. O sıra annem daha fazla dayanamayıp yanıma geldi. Fakat geç kalmıştı. Küçük kalbim çoktan kırılmıştı işte. Dahası neden bizim evde hiç ayna olmadığını anlamıştım sanırım.

      Normal hayatıma devam ettim. Doktorlar, kontroller, ameliyatlar ve ilaçlar… Cildim ve burnum çok kuru olduğu için her ikisi de sık sık kabuklanırdı. Üstelik bir de burnum kanıyordu. Sizin için son derece kolay olan pek çok şey benim için ufak bir eziyetten farksızdı. Çoğu zaman yemek yemekte zorlanıyordum. Çünkü damağım olması gerekenden yüksekti. Ve dişlerim sanki istedikleri yerde istedikleri yöne doğru çıkmışlardı. Alt ve üst damağımdaki dişlerim yerine düzgün oturmuyor yani dişlerim birbirine kenetlenemiyordu. Bu yüzden ağzımın içinde dilimi nereye koyacağımı bir türlü bilemiyordum. Dilimi nereye koyarsam koyayım birkaçı hep dilime batıyordu. Yediklerimin sindirimi de bir o kadar zor oluyordu. Hastalığımdan dolayı sindirim sistemimdeki mukoza bezlerim yeterli düzeyde gelişmiyordu. Bu nedenle enfeksiyonların baş gösterme olasılığı artıyordu. Gözyaşı kanalım da tıkanıyordu. Tıkandığında yeniden açtırıyorduk. Ama yine tıkanıp kapanıyordu. Yalnızca bir tane gözyaşı kanalım vardı. Bu yüzden diğer gözüm hep sulanmış gibi görünüyordu. Daha ağır vakalarda gözde katarakt da görülebiliyordu. Fakat ben de kornea opasiteleri vardı. Bunlar kornea distrofillerimde kornea dokusu içinde madde birikimi sonucu oluşan lekelerdi. Kulaklarımda da iletim tipi işitme kaybı vardı. Ayrıca solunumda zorluk çekiyordum. Hastalığımın bu kısmı da diğer bozukluklarım gibi ailemin bana bıraktığı genetik mirastan kaldı. Evet, miras olarak herkese pahalı bir ev ya da son model bir spor araba kalmıyor.

      Ben ektodermal displazi hastasıydım hala öyleyim. Hastalığımla mücadele ediyorum. Ama bunları öğrenmeden önce anne ve babamın bana açıklamaya çalışmasını hatırlıyorum. Sonraki yıllarda konuşurkenki ses tınılarını ve mimiklerini defalarca kafamda tekrarlamıştım. Onlar bunları anlatırken hakkımda gerçekten ne hissettiklerini anlamaya çalıştım. Tutarlı ve planlanmış bir konuşmaya benziyordu. Yavaş ve sakince söylenen art arda sözcük dizilerinden oluşan kısa cümleler kurmuşlardı. En sonunda bana zaten hep gerçek duygularla yaklaştıklarını anladım. Bunu görüp anladıktan sonra yılar önce kırılan küçük kalbimi unuttum. Bundan sonra kalbimi kırdırtmayacaktım.

      Beni yetiştiren iki insana baktım. Her ikisi de azimli, inatçı ve hırslıydı. Beni de öyle yetiştirmişlerdi. Ben de küçüklükten beri arzuladığım mankenlik hayalime yöneldim. Tabii yaşım büyüdükçe çeşitli sağlık sorunlarım da büyüdü. Tedavilerim zor bir hal almaya başladı. Ama ben bundan yakınmadım. Her şeye rağmen hala şanslıydım. Normalde bu tarz vakalarda hastalar iki yaşını dolduramıyordu. Ben bu sebeple gördüğüm her sabah ve her akşam için kendimi şanslı sayardım. Zaman zaman çeşitli ajanslarla görüşmeye gidiyordum. Önüme bazen üç dört sayfayı bulan kriterler koyuluyordu. Neredeyse her seferinde bir eksik bulup beni işe almayı reddettiler. Bir gün adını daha önce duymadığım bir ajansa çağrıldım. Bu bana tuhaf gelmişti. Görüşme esnasında öğrendiğime göre tanınan ve çok başvuru alan ajanslardan ret alan kişileri bir daha değerlendiriyorlarmış. Onların dosyalarını bir daha inceleyip birlikte çalışacakları kişilere karar veriyorlarmış. Benim görüştüğüm kadın bana şöyle demişti: ‘Biz diğerlerinin kömür zannettikleri elmasların peşindeyiz.’ Bu da benim yüreğimi okşamıştı. Sonra elime tutuşturdukları kriter kağıdına baktım. Yine bir sürü madde yazılıydı. İçlerinden birkaçını seçebildim. 1) Farklı olmak ve farklı olmaktan korkmamak.  7)Güzellik algısını kendi kendine oluşturabilme yeteneğine sahip olmak.  23)Süregelen her türlü ideal boy, kilo ve ölçü dışında olabilmek.  16)Podyumda kıyafet dışında canlı bir ruh taşıdığını gösterebilmek. Son madde kıkırdamamı sağladı. Ve bundan sonra bu bozukluğun ben ve o var oldukça ruhumu bozmasına izin vermemeye karar verdim. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.

NOT: Sadece hikaye kurgudur.

Güzel

Hisset

Yeter



1 Temmuz 2021 Perşembe

KELİME OYUNU 31

 


KELİME OYUNU 31

Beş kelime ile öykü, şiir, deneme benzeri yazı yazma etkinliğimiz varmış. İsteyen herkes katılabiliyormuş, beş kelime de verebiliyormuş. Haftanın kelimeleri Deeptone’dan J Davet üzerine ben de yazayım dedim.

Beş kelime: Lamba/Su/Uyku/Kedi/Radyo


Z KUŞAĞI HAYAL GÜCÜNE KARŞI

     Uykumun bilmem kaçıncı evresindeydim. Mışıl mışıl uyuyordum. Rüyamda kırmızı güllerle, kokulu mumlarla süslenmiş müthiş bir masa vardı. Masada yüzünü bir türlü seçemediğim biriyle oturuyorduk. Ne kadar çabalasam da kim olduğunu anlayamadım. ‘Affedersiniz, siz kimsiniz acaba?’ diye sordum. Bilinmez kişi ‘Benim canım.’ dedi. ‘İyi de kardeşim sen kimsin? Tanımıyorum ben seni ya. Romantik yemek falan ne oluyoruz?’ dedim. ‘Kuzum, evleniyoruz ya biz.’dedi. ‘Haydaa, al başına belayı. Ne münasebet? Bir kere her şeyin bir yolu yordamı var değil mi? Böyle damdan düşer gibi olur mu? Evlilik ciddi bir kurumdur. Nerede benim teklifim? Belki kabul etmeyeceğim.’ dedim. ‘Aşkım, sen zaten kabul ettin ya az önce.’ dedi. ‘Nee? Ben niye hatırlamıyorum? Yok, bu sayılmaz. Bir daha sor. Boşluğuma gelmiştir benim. Evlenmek istemiyorum ki ben.’ dedim. ‘Ne dedin aşkım? Duyamadım.’ dedi. ‘Canım benim, neyini anlamıyorsun sonsuza dek hayır diyorum burada.’ dedim. ‘Hee sen de benim canımsın.’ dedi. ‘Bak sinirimi bozma. Niçin anlamıyorsun çocuk? Zorla güzellik olur mu? Olmaz şekerim olmaz. Hadi başka kapıya…’ dedim. Kalkmaya yeltendim. Kalkamadım. Sanki sandalyeye yapışmıştım. Soğuk soğuk terledim. Şimdi yanmıştık işte.

       Bilinmez kişi elimi tutmaya yeltendi. İşin kötüsü elimi de oynatamıyordum. Allah’ım bu nasıl bir eldi böyle? Tüylü tüylü eli vardı. Hiç öyle görünmüyordu hâlbuki. Ne demişler: Görünüşe aldanma. İyice iğrenip can havliyle elimi çekmeye çalıştım. Ama nafile… ‘Yavrum, boş zamanlarında yarı zamanlı kurt adamlık mı yapıyorsun nedir?’ dedim. ‘Yemekler çok güzeldi değil mi bir tanem?’ dedi. ‘Alacağım ayağımın altına he. Ne vurdumduymaz herifsin.’ dedim. ‘Evet, ben de balığı daha çok sevdim.’ dedi. Allah’ım bu nasıl bir kâbus böyle. Uyanayım, uyanayım, uyanayım… ‘Gıcık.’ dedim. ‘Ben de seni seviyorum.’ dedi. Ay boğacağım ben bu adamı. Eli hala elimin üstündeydi. Iyy tüylü tüylü bir de… Pis adam… İnsanın tıraş bıçağından hiç mi haberi olmaz yahu? Biraz olsun sakinleşmek için masadaki suyu bir dikişte içtim. İşe yaradı mı? Valla hiç yaramadı.

      Nitelikli sapığım bu sefer masaya koca bir radyo koydu. Nereden buldu inanın hiçbir fikrim yok. Sanki gökten zembille inmişti. ‘Tatlım, bu annemden kalma antika bir radyo.’ dedi. ‘Bana ne canım neyse ne.’ diye kızdım. ‘Kemancılardan daha romantik olur dedim.’ dedi. ‘Yok romantizm yok evlilik… Yok yok maşallah.’ dedim. ‘Ne istersin bebeğim? Ne açayım sana?’ diye sordu. ‘Bana bak bebeğim falan deme bana. Nereden bebeğin oluyorum ben senin. Tanımam etmem seni. Çattık yaa.’ dedim. ‘Slow mu istersin? Yoksa daha hareketli bir şeyler mi?’ dedi. ‘Yavaş bir şeyler aç ki sinirim yatışsın en azından.’ dedim. Bizim keskin zekâ gitti metal bir şarkı açtı. Artık çocuğu parçalamam için bütün unsurlar tamamdı. Ama nasıl bir ses… Kulaklarımın imkânı olsa beni bırakıp giderlerdi muhtemelen. Metalci tipler son ses böğürürken o hala iştahla yemeğini yiyordu. Kapatmasını sert bir dille defalarca söyledim ama beni duyamıyordu. Çünkü metalci ağabeyler, çok sağ olsunlar, iyice coşmuşlardı. Gitarları parçalama faslında olabilirler diye düşündüm. Pes ettim. Boşta olan tek elimle kulağımı kapadım. Bir süre önümde umursamaz bir tavırla yemeğini yedi. Tabii ben iyice köpürdüm. Önündekini bitirince dans etmeyi teklif etti. ‘Ne dans edeceğim be seninle.’ dedim. ‘Aaa aşkım olmaz ama naz yapma hadi.’ dedi. Ben yürü git eşek herif diyene kadar ayaklarım beni onun kollarına götürdü. Allah’ım yardım et, çıldıracağım. İrademi yitirmek bu kadar kötü hissettiriyor muydu? Kıpırdayamadım bile. İki saniye içinde el ele göz göze dans ediyorduk. Çok üzgündüm.

      Keskin zekâ yine muhteşem bir fikir ortaya attı. Lambaları kapatıp loş, romantik bir ortam oluşturacakmış. ‘Oha, yavaş oluştur. O kadar da uzun boylu değil. Bıraksana kardeşim ne yılışıksın ya.’ dedim. Adamı ittirmeye çalışa çalışa canım çıktı. Başaramadım. Hala dans ediyorduk. ‘Işıkları söndürelim.’ dedi. Işıklar söndü. ‘Hayır, niye? Açın.’ dedim. Işıklar açıldı. Bir süre aç kapa aç kapa yaptık. Sonra baktım adamın sırtı da tüylü tüylü. Eee nasıl? Bu çocuk giyinik ki… Akıl sır erdiremedim. Kollarını elledim orası da aynıydı. Ne garip bir şey… Ellerimi suratında gezdirdim. Eee bu çocuk kıldan geçilmiyordu. Ama görünürde de tek bir kıl yoktu.

      Tam elimi yüzünde dolaştırırken ince bir sızı hissettim. O acıyla uyanmışım. Bir baktım elim kanıyor. Bizim Mahmut hemen olay yerinde kabarmış bir şekilde bana tıslıyordu. ‘Pist, uleen Mahmut alacağın olsun. Hani vefasız kedi gördüm de uyuyan sahibini ısıranı ilk kez görüyorum.’ dedim. Tabii hayvanın sinirini bozmuş olmam daha olasıydı. Anaa ne tüylü bu çocuk derken Mahmut’un sabrını zorlamıştım anlaşılan. Ama insan canı yanınca mantıklı düşünemiyor işte. Bizim Mahmut’u kışkışlayınca doğrulmak için hamle yaptım. Diğer kolum acayip karıncalanmıştı. Bir baktım o elimle başucumdaki abajurun ipini tutuyordum. Nasıl âlem biriyim ben ya? Gülerek ayağa kalktım. Ama gülüşüm yüzümde dondu kaldı. Kaşlarımı çattım. Zaten açık olan camdan sarkıp aşağıya doğru avazım çıktığınca bağırdım : ‘Heey! Toprak bacaksızı oraya getirtme beni. Oğlum biz bunları aşmadık mı ya? Gecenin köründe metal müzik dinlemeyeceğim demedin mi sen bana? Kemiklerini kıracağım hee!’ dedim. Toprak benim zıpır, genç komşum olur. Bağırdıktan sonra müzik kapandı Toprak camda belirdi. Bu gürültüde beni duyması mucizeydi. ‘Derya abla kusura bakma ya. Valla söz bak bir daha yapmayacağım. Yemin ederim. Annemlere söyleme tamam mı? Bak lütfen.’ dedi. ‘Oğlum bu kaçıncı? Gece gece karabasanlar bastı senin yüzünden. Nereye gitti Melahat teyzeler?’ dedim. ‘Söz veriyorum bir daha olmayacak Derya abla. Memlekete gittiler.’ dedi. ‘İyi, geldiklerinde selam söyle. Evi de başına yıkmamaya çalış tamam mı Toprak?’ dedim. ‘Tabii abla söylerim. Yıkmam, yıkmam.’ dedi. ‘Anlaşmayı hatırlıyorsun değil mi Toprak?’ dedim. ‘Evet, abla onlar gelene kadar ekmeğini alır, çöpünü çıkarırım.’ dedi. ‘Aferin, sana. Yoksa ne olur?’ dedim. ‘Yoksa söylersin abla.’ dedi. ‘Hadi Toprak görüşürüz o zaman. İyi geceler.’ dedim. Sonra ufak bir savaş kazanmışım gibi kendimi uykunun rahat kollarına bıraktım. Sabaha kadar deliksiz uyudum.