Güneşin ağır ağır alçaldığı bir
bahar akşamıydı. Kır çiçekleri son güneş ışınlarının altında turuncumsu bir
renge bürünmekteydi. Havada meltem denilebilecek hafif bir esinti vardı. Sazlar
boyunlarını hafif hafif eğiyor, boyu kısa olanlar ise tatlı tatlı suyu
yalıyordu. Ortalıkta sırrına erişilmez tatlı bir koku vardı. Bu kokunun kaynağı
pek muhtemel sazların arkasındaki koruluktaydı. Az ötede çayırlığın içinde
hoplayıp zıplayan küçük bir çocuk vardı. Biraz daha yaklaşınca bunun bir kız
olduğunu anlıyordunuz. Rüzgâr her estiğinde minik bedenini sarmalayan basma
eteği bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Dağınık saçları, al al yanaklarıyla son
derece sevimli görünüyordu. Kız durdu ve yere eğildi. Perçemleri yüzünü
örtüyordu şimdi. Büyük bir özveriyle papatya toplamaya koyuldu. Ne yapacağını
tahmin etmek zor değildi. Çiçekleri otlardan yaptığı çembere iliştirdi. Farklı
bir biçimde yapmıştı tacı. Ama fark etmez bir taç yapmıştı işte. Tacı başına
taktı ve koruluğun içine doğru yürümeye başladı. Adımları gitgide hızlandı.
Galiba bir şeyi takip ediyordu. Fakat takip ettiği şeyle arası bir hayli
açılmış olacak ki takip ettiği şey görünmüyordu. Yaprakların arasından batmakta
olan gün ışığının az bir kısmı sızıyordu. Koruluk epey loştu. Küçük kız aniden
akşamın bastırmakta olduğunu fark etmiş gibi durdu ve geldiği yöne baktı. Ama
anlaşılan fark etmemişti. Önüne döndü ve koruluğun içine doğru tasasızca
yürümeye devam etti. Sanırsak bu çocuk o kadar küçüktü ki henüz karanlıktan
korkması gerektiğini öğrenememişti. Bizleri korkutan aslına bakılırsa karanlık
değil bilinmezliğin kendisiydi. Bu küçük çocuksa bilinmeyene sadece merak
duyuyor olmalıydı. Merakı sayesinde bir müddet yürüdü. Koruluğun kalbine
cesurca yürüyen küçük bacakları artık yorulmaya başlamıştı. Ara sıra
tökezliyordu. Bir sefer az kalsın düşecekti. Yine de yürümeyi sürdürdü. Bazen
karnı gurulduyor ona acıktığını hatırlatıyordu. Böyle zamanlarda kaşlarını
çatarak karnını tutuyordu. Küçük çocuk en sonunda ağaçların seyrekleştiği bir
yerde durdu. Az ötesinde derme çatma bir kulübe vardı. O henüz gidip kulübeye
şöyle bir bakmaya fırsat bulamamıştı ki kulübeden dev gibi bir adam çıktı.
Küçük korkmadı ama kaşlarını kaldırıp ağzını kocaman açtı. Merak etmişti acaba
kendisi de bu kadar büyüyecek miydi? En azından şaşkın suratından yaptığımız
çıkarım bu yöndeydi. Küçük çocuk hayretle adama yaklaştı. Adam boynunu epey
eğip kızla göz göze geldi. Kız pek ilgisini çekmemiş gibiydi. Konuşmadılar.
Adam cüssesine uygunca ağır ağır arkasını döndü ve odunlarını doğradığı
baltanın başına geçti. Kız onu takip etti ve izlemek için iyice yaklaştı.
Merak, ne yazık ki karşı konulmazdır. Peşine takılsanız da takılmasanız da
mahvolursunuz. Dışı sizi içi bizi yakar. Elbette merak etmemek merak etmekten
çok daha fena bir hadisedir. Çünkü işleyen zihinler bir şeyleri merak eder. Fakat
bazen merak yerine korku daha sağlıklı bir içgüdü olabilir. Küçük kızın yapması
gereken de buydu: korkmak. Adam konuşmadan var gücüyle odunlarını doğruyordu. O
da yakından izlemekteydi. Çocuk biraz sonra hep tekrar eden bu işi izlemekten
sıkıldı. Ağaçların etrafında döne döne başka bir oyuna başladı. Etrafında döndüğü
üçüncü ağaçtı. Birden acı bir çığlık attı. Bir ayı kapanına basmıştı. Şans
eseri ufak ayağı hala yerinde duruyordu. Kapanın sivri dişleri derisini yırtıp
geçmiş her yer kan revan olmuştu. Belliydi bu yaranın izi kalacaktı. Biraz geç
olsa da işte tam şimdi gözlerinde merak yerine korku vardı. Çırpınmaya başladı.
Acı acı inliyor, hıçkırarak ağlıyordu. Adam odun doğramayı bıraktı ve kulübeye girdi.
Çıktığında elinde bir anahtar yoktu. Onun yerine bir iskemle vardı. Acele etmeden
çocuğun yanına gitti. Tam karşısına oturdu. Koruluk kızın feryatlarıyla
yankılanıyordu. Adam son derece sakin bir sesle konuşmaya başladı. ‘Kendi düşen
ağlar mı?’ Çocuk bağıra bağıra ağlıyordu hala. Yardım istiyordu ama kelimeler
boğazında düğümlenip kalıyordu. ‘Bak ben de yakalandım bir tuzağa. Kimse yardım
etmedi bana. Biliyor musun ağlasan da kimse gelmiyor. Benim burada olduğuma
bakma yardım etmeyeceğim sana. İçim kanaya kanaya ben kendim çıktım tuzaktan.
Öğrenmen lazım başının çaresine bakmayı… Korkmadın mı buraya gelirken akşamın
bir vakti? Ya şimdi? Şimdi öğrendin mi korkmayı?’ ‘Öğrendim.’ dedi çoçuk çığlık
çığlığa. Hala bir ümit yalvarıyordu onu kurtarması için. Adam kalktı gitti.
Kulübede durdu biraz, sonra çantasıyla çıkıp koruluğun içinde gözden kayboldu.
Çocuk artık karanlıktan, koruluktan, kocaman adamlardan delice korkuyordu.
Biraz daha büyütmüştü onu şimdi korku. İnsanlar kötüydü ve korkmak gerekliydi.
Belki de en lüzumlu şeyi bugün öğrendi.