ağaç ev sohbetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ağaç ev sohbetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 170



Ağaç Ev Sohbetleri 170


Ağaç Ev Sohbetleri devam ediyormuş. Haftanın konusu Deeptone’dan gelmiş. Sadece yazılanları okuyacaktım Ama hedeften biraz şaşmış olabilirim.


"Eski fotoğrafları sever misiniz, biriktirir misiniz?"

Evet, eski fotoğrafları severim. Ama biriktirme işini vakti zamanında çok şükür benim yerime halletmişler. Arada bütün o eski fotoğrafları mezarlarından kaldırıp hepsine tek tek bakarız. Her fotoğrafın hikâyesi en az bir kez dinlenir. Beğenilenler ve muzip bulunanlar ısrarla tekrarlatılır. Tabii tekrarlatma olayı evdeki yaş ortalaması düşükken daha sık oluyordu. Şu an ise daha çok komik olanlara gülüp geçiyoruz. Çünkü herkes sonunda hikâyeleri hatırlayabilecek yaşa geldi. Daha sonraysa doğumlardan ve ölümlerden bahsediyoruz. En tombul, en yaramaz, en çok saçı olan bebekler kimlerdi diye konuşuyoruz. Bu soruların cevapları son sorduğumuzdan bu yana değişmişse hemen itiraz ediyoruz. ‘Öyle dememiştin, şimdi niye böyle dedin?’ gibi sorularla ebeveynleri yeterince darladıktan sonra konuyu kapatıyoruz. Şahsen bu fotoğraflarda sevdiğim ölmüş insanlarla karşılaşmak beni üzmüyor. Evet, ölüm kolay alışılamayan derin bir ayrılık... Sizi sevdiğiniz kişiden mahrum bırakıyor. Ölümle karşılaşmanın o baş döndürücü etkisi geçtiğinde birini gitmesi gereken yere uğurlamış gibi hissediyorum. Bunu inancımla özdeşleştirebiliriz. Ama ben genel olarak günlük hayattaki sıradan vedalarda da üzülmem ya da ağlamam. İkisi karşılaştırmaya açık değil diyebilirsiniz. Deyin, yine de karşılaştıracağım. Çok sevdiğim birini uzun süre göremeyecek olduğumda bile absürt bir neşe ile onu gideceği yere uğurlarım. Çoğu zaman bunu farkına varmadan yaptığımı anladım. Bu galiba benim ilk ve belki tek iyimser yanıma dayanıyor. Onlarla ayrıldığımda yeniden buluşacağıma inanıyorum. Bu anlamsız mutluluk da bundan kaynaklanıyor. Kulağa mantıklı gelmiyor, biliyorum. Yine de bu beni rahatlatan bir şey ve böyle düşünmeye devam edeceğim. Onlarla bu hayatta ya da (inançlara göre varlığı tartışılan ama yazdıklarıma bakıldığında benim adıma tartışmaya açık olmayan) diğer hayatta bir gün yeniden buluşsam da buluşmasam da…

Çevremizdeki insanların da bu tarz albümleri ve koleksiyonları vardır. Herkes başka birinin fotoğraf albümünde neden kendi şapşal fotoğrafı olduğunu düşünüp durur. Onu almak ister. Ricalarda bulunur, ama geri alamaz. Sonuçta gün sonunda harika bir şantaj malzemesidir. Fakat bir sonraki misafirlikte onların evindeyken onun da sana bedelini ödetebileceği bir fotoğrafın mutlaka vardır. O yüzden herhangi birini ağlatmadan tadında bırakmak her zaman tavsiye edilir. Bu masum anıların tarihe karışmasını önlemek adına bir ihtimal bu geçmiş günlerin son kayıtlarını saklayabilirim. Ama tercihim kesinlikle onları dijitalleştirmekten yana olur. Çeşitli şartlar altında daha güvende ve daha az yer kaplayacak biçimde depolanmış olurlar. Zaten mevcut fotoğraflarımı saklamak için terabaytlık diskim var. Hepsi orada mutlu mesut durur.

Bu modası geçmiş fotoğrafların kendilerine özgü düşük pikselleri, gerçeklikten uzak soluk renkleri ve yer yer ölçüsüz parlaklık gibi sorunları var. Yine de eşlik ettikleri anı yakalamışlar ve bize ulaştırmayı başarmışlar. Bunun için onlara minnettarım. Ama bu fotoğraf albümlerinin tamamen tedavülden kalkması da beni hiç üzmez. Sonuçta istediklerimin yedekleri varsa bu tamamen gereksiz bir hüzün olacaktır. En nihayetinde zamanı geldiğinde yeni olan eski olanın yerini kaçınılmaz şekilde alır. Eskiyen şeyler yok olmaya mahkûmdur.  Bu konuda elimizden bir şey gelmez. Bu sebeple değişime direnmek manasızdır. Sizi bilmem ama bir şeylerin eskimesi ve yerine yenilerinin gelmesi bana çok alelade geliyor. Büyürken içinde bulunduğum yılların teknolojik dönüşümü bunu kolaylaştırdı. Hayatımdaki nesnelere, mekânlara ya da olaylara aşırı bir bağlılık göstermem. Çünkü yeri geldiğinde hepsi eskimiş olacaktır. Müsaade etseniz de etmeseniz de eski yeniyle yer değiştirecektir. Tabii bu fotoğraflara manevi bir anlam yüklediyseniz onları tarihin tozlu sayfalarına gömmeniz bir parça zor olacaktır. Yine de üstesinden gelirsiniz. Dünyanın sonu değil ya?

Ben çocukluğumu 2000’lerin başlarında yaşadım. DVD’lere CD koyup animasyon izlerdik. Daha sonra DVD de CD de tarih oldu. Biraz daha büyüdük. Onun yerine USB’lere film yükleyip bilgisayardan ya da televizyondan izlemeye başladık şu zamandakilere kıyasla epey yavaş cihazlardı. Tabletler, telefonlar gibi akıllı cihazlarla tanıştık. Şimdi bir şey izlemek istiyorsanız tek gereken internet ve belki tercih ettiğiniz dijital platformlar... Müzik dinlerken de aşağı yukarı aynı serüveni takip ettik. CD’lerimizi dinledik. Sonra MP3 çalarlarımızı kullandık. MP4’ler çıkmıştı. Sonra YouTube geldi. YouTube’dan müzikler indirip dinledik. Daha sonra da Spotify hayatımıza girdi. Belli ebattaki dosyaların aktarımında da USB ya da maile gerek kalmadı. Artık WhatsApp web vardı. Çok işime yaramıştı.

Bunlar aklıma gelen birkaç tanesiydi. Yani süregelen, hızlı bir değişimle yaşadım. Bu hızdan da epey memnunum. Hatta daha teknolojik bir çağda dünyaya gelseydim daha da mutlu olurdum. Bilgiye daha yakın olduğum, daha kolay ulaştığım bir çağdayım. Fakat bu sanılanın aksine beni tembelleştirmedi. Ve benim gibi birçok insanı da… Genelleştirmeler çuvallar.Ve ben bu çağı başkaları gibi ucundan yakalamadım. Bizzat içine doğdum.  Biz yeni kuşak çocukları kalıplarınıza uymaktan hoşnut değiliz. Tamam, birçoğumuz çok çabuk sıkılıyor, aceleci ve umursamaz davranıyor olabilir. Ama bu bizim benzer kalıp davranışlarda bulunacağımız anlamına gelmez. Hazır laf lafı açmışken söyleyeyim dedim.

Sahi bilgisayar oyunlarından, sosyal medyadan bahsetmemişim bile. Teknolojik süreçlere eklemek istediğiniz başka başka şeyler varsa paylaşmanızdan memnuniyet duyarım.

Bu sohbetler beni çok hoş yolculuklara çıkarıyor. Buna ortam hazırlayan ve sürekliliği sağlayan tüm blog sahiplerine teşekkürlerimi sunuyorum. Bu yazı biçimi benim için hep zor olmuştur. Şiir, roman, hikâye, masal, tiyatro gibi türler fikirlerinizi görünenin arkasına saklamanıza olanak tanır. Bu türler sizi belirli ölçüde saklar ve korur. Karmaşık ve son derece tutarsız düşüncelerinize ifade hakkı tanırlar. Ama nesir kesinlikle bambaşkadır. Az çok ne yazacağınızı bilmek yetmez. Kendinizi anlamak ve yetmiyormuş gibi bir de açık yüreklilikle karşı tarafa anlatmak zorundasınızdır. Benim için gerçekten zor bir iş… Okuduğunuz için teşekkür ederim.

17 Kasım 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 117

 


Ağaç Ev Sohbetleri 117


Ağaç Ev Sohbetleri devam ediyor. Haftanın konusu Kaplan Diary'den gelmiş. Ben de uzun zamandır yazmıyordum. Yazayım diye kıvranacağıma eyleme geçeyim dedim. Keyifli okumalar dilerim.


"Kötülüğün kaynağı nedir? Size bilerek kötülük yapan birine tavrınız ne olur?"  


    Kötülüğün kaynağı birincil olarak şüphesiz insandır. Biz insanlar her açıdan güçlü olduğumuzu zannedip büyük bir yanılgıya kapılan zavallılarız. Hassas kalplerimiz, kırılgan haysiyetimiz ve zayıf bir irademiz var. Ve bu üçü öfke ile yan yana gelmeye görsün korkunç şeyler yaşatıyoruz birbirimize. Hayır, suçlu ne kulağımıza fısıldayan Şeytan ne de kaderimizi yazan Tanrı… Tek suçlu biz ve bizim özümüz…

     Doğuştan kötü olma fikrini irdeliyorum bazen kendi kendime. Berbat ihtiraslara sahip olan bir ruhla doğuyoruz. Yine de insan fikrimce kötülüğe meyilli olarak dünyaya gelmez. Buna yatkınlık çevreden edinilir. Fakat her birimizde idrak yeteneği bulunuyor. O yüzden kötülük yapmanın mantıklı bir açıklaması yoktur. Her ne sebeple yapılırsa yapılsın kötülük kötülüktür. Ayrıca hafifletici sebepler de bana fevkalade saçma gelmektedir. Hata hatadır; suç suçtur. Kötülüğe neden olmuşsa önüne arkasına bakmaya gerek yoktur. İkisi de layığıyla cezalandırılmalıdır. Ne eksik ne fazla… Günümüzde hala daha kötülüğün karşılığının verilmemesi sinirime dokunmaktadır. Bence adalet sert ve sahici olmalıdır. Kötülüğü dizginlemek için görmezden gelmek ve affedici olmak son derece yersiz ve bayağıdır. Bizler Tanrı değiliz. Bırakın da o bağışlasın.

      Bizler aşağılık içgüdülere uyarak dünyayı çirkin bir hale büründüren yaratıklarız. Özümüze uygun davranalım. Yok eden şahıs bir yerde yok edilmeyi hak etmiştir ne de olsa. Can alanın canı değersizdir artık. Irza geçenin bedeni bir hiçtir. Çalıyorsa malının kıymeti yoktur. Sövüyorsa, dövüyorsa hem sövülmeyi hem de dövülmeyi çoktan hak etmiştir.

      Hak, hukuk, adalet… Ne güzel tınısı var bu üç kavramın değil mi? İnsan bir an bu üçüyle tüm kötülüklerin üstesinden gelinir sanıyor. Ama yok, maalesef öyle değil. Kötülük o kadar yaygın o kadar karanlık ki hepsini tek lokmada yalayıp yutuyor.

      Bana bilerek kötülük yapan birine ne yaparım peki? Elbette bu kötülüğün derecesine bağlı olarak oldukça değişkenlik gösterir. Fakat sevimsiz bir deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki kötülüğe kötülükle karşılık vermek son derece zevksiz ve can sıkıcı… Bu aynı haklı çıkmayı çok arzuladığınız bir kavgada haklı çıktıktan sonra kötü hissetmeniz gibi bir şey…  Anlayacağınız bırakın getirisini götürüsü var. Vicdan azabı veya huzurun bozulması gibi kötü sonuçlar da doğuruyor. Yani elde var sıfır.

      Genelde bana kötülük yapan kişiye karşı daha dikkatli bir tutum sergilerim. Yaptığını ileride de yapabileceğini unutmam. Eğer o kişiden uzaklaşma ya da onu kendimden uzaklaştırma şansım yoksa hareketlerini ölçüp tartarım. Bir daha aynı şeyi yapmasına müsaade etmem.

      Bazen kesin bir dille tüm ilişiğimi keserim. Çünkü böyle gerekir. Beni yok yere mutsuz ediyorsa hayatımda yeri yoktur. Ben de sakince gider gerekeni yaparım. Bunu yaptıktan sonra eğer doğru bir şey yaptıysam kuş gibi hafiflerim. Üstümden bir yük kalkar.

      Bir de bardağı taşıran kötülükler vardır. Umalım da başımıza hiç gelmesin. İşte o zaman yapacaklarım benim için de tam bir muamma…



22 Eylül 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 109


AĞAÇ EV SOHBETLERİ 109

      "Beş yıl önceki yaşantınız nasıldı? On yıl sonrası için hayalleriniz, beklentileriniz ve yaşama dair hedefleriniz nelerdir?"

      Uzun bir aradan sonra yeniden bu seriye yazmaya karar verdim. Açıkçası bu yazının kendimle de yüzleşmemi sağlamasını umuyorum. Herkese keyifli okumalar.

      2016 yılında ben hayatımın ilk sınavına hazırlanıyordum. Bilen bilir o zamanlar TEOG vardı. Pek stres yaptığımı hatırlamıyorum. Beynim o yıla dair anılarımı büyük bir mutlulukla sildi. Birkaç masa başı ders çalışma karesi, sınav anına ve sonrasına dair üç beş şey dışında unuttum gitti. Bellek ilginç şey doğrusu… Koca sene göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Sınava girdim. Güya iyi bir puan aldım. Ben hariç herkes memnundu. Sinir bozucu bir deneyimdi. Daha iyisini yapabileceğimi biliyordum. Neyse işte bir yere yerleştik. Sonra lisedeki ilk derslerimin birinde hocam zamanın su gibi akıp gideceğini söyledi. Öyle de oldu. Yazdıklarıma bakarsak beş yıl önceki ben için tüm yaşantım bu sınavdan ve süreçlerinden ibaretmiş gibi görünüyor. Başka şeylerden bahsedeyim. Mesela gezmesini bilirdim. Bıkmadan yorulmadan gezerdim. Farklı insanlarla tanıştım. Bol bol konuştum, görüştüm, tartıştım. Sık sık güldüm, çokça ağladım. Yalnız çok gülen çok ağlar diye bir laf var ya yalan o. İnanmıyorum öyle olduğuna. Fiziksel olmasa da ruhsal açıdan büyüdüm. Merak ettim, sorguladım. Kendimi buldum, kaybettim. Okudum, yazdım. Zihnimi inşa ettim. Arkadaşlar edindim. Bazılarıyla hala görüşürüz. Bazılarının izini kaybettim. Kişiliğim ve bilinç düzeyim belirginlik kazandı. Bir çocuktan, ergene sonra da bir gence geçiş yapmanın ne kadar sancılı bir süreç olduğunu hatırlıyor musunuz? Boş verin cevap vermeyin. Laf olsun diye sordum.

      Şimdi üniversiteye yerleştim. Bakalım daha neler neler göreceğim? Zamanla öğreniriz. Tabii bunun öncesinde de sınav, deneme, dershane, korona, uzaktan eğitim, mezuna kalma, yeni hazırlıklar, plan, hedef, ders çalışma, sıkılma, devam etme, bıkma, devam etme tarzı upuzun bir yolculuk var. Fakat ben sizi daha fazla bunlarla sıkmayacağım. Okurken bile bunaldığınıza eminim.

      Geçmişten ve bugünden bahsettiğimize göre artık geleceğe gelebiliriz. Hayaller… Kimilerine göre abartıdan uzak, gerçekleştirilmeye müsait şeyler olmalılar. Bu sayede ulaşılabilir biçimleri insanları mutlu eder. Ya da yine başkalarına göre uçuk kaçık olmasında bir sakınca olmayan şeylerdir. Hayali bile mutlu ediyorsa neden mutlu olmaktan çekinelim ki? Bir de bu düşünce biçimlerinin yaşla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bence bu tamamen kişisel bir şey…

     Hayallerime gelirsek aklıma gelenleri sıralayayım.  Mutlu, huzurlu bir Türkiye hayal ediyorum önce. Şöyle masallardaki diyarlara benzeyelim istiyorum. Gerçekdışı güzel olalım. Hayal bu ya her şey serbest… Önüme set çekmeye kalkmayın. Kocaman bahçeli bir evim olsun istiyorum. Bahçeye su kaydırağı koyayım elbette havuzla beraber. Sonra sırayla zıpzıp ve şu acayip salıncaklardan… Hani şu çalılardan yapılan labirentler var ya onlara da bitiyorum. Kendi diktiğim bir ağaca ağaç ev kondurmak da hayallerim arasında. Garip sinekkapan bitkilerinden ve baobap ağaçlarından bol bol yetiştireceğim. Boyumca çiçeklerim olsun istiyorum. Bitkilere bakmayı hiç beceremiyorum. O yüzden bu benim için süper olurdu. Şüphesiz atlar da olmalı. Atlar harika yaratıklar hayallerimde mutlaka yerleri olmalı. Arka bahçemde dünyadaki meşhur yapıların orijinal boyutları da yer almalı. Evet, arka bahçe değil havaalanı mübarek. Ayrıntılara takılacak mıyız? Bu sefer değil. Hayal kuruyoruz. Sevdiğim film setlerini de arka bahçemde görmeyi isterdim. Ne yani Pisa kulesi’nin yanına süs havuzu mu koyayım? Tabii ki film seti koyacağım. İyice uçmuşken sevdiğim bir ürünün fabrikasını da arka bahçeme ekliyorum. İşte hayaller böyle olmalı. Fikri bile gülümsetmeli insanı.

      Sırada beklentiler var. Beklentilerim bazen umut dolu bazense tam tersi… Ama ümit gençlikte olduğundan kendimi yüreklendirmeyi deniyorum. Başardığım da oluyor, başaramadığım da. Vazgeçmek yok!

      Hedeflerimden biri gelecek on yıl içinde farklı bir ülkede yaşamak. En fazla beş yıl olmak koşuluyla oranın kültürünü, insanlarını tanımak; kariyerime katkı sağlamak istiyorum. Neden en fazla beş yıl? Çünkü ülkemi özlerim ve sömürebildiğim kadar bilgiyi bu topraklarda işleme sokmak üzere geri dönmem gerek. Çalabildiğim tek bir müzik aleti var. O da mızıka. İyi çalıyorum. Benimki c diatonik. Ama kromatik mızıka çalmayı da öğrenmek istiyorum. Ben kendi mızıkamla blues, country, rock çalabiliyorum(10 delik). Kromatik mızıkalar caz, Latin ve klasik müzik çalabiliyor(12-14 delik). Üniversite bitmeden staj ve proje deneyimi elde edip kendimi geliştirmek de hedeflerim arasında. Almanca’yı sular seller gibi konuşmak istiyorum. Bunun üzerine de çalışıyorum. Bir hedeften çok istek ama bir kitap yayınlamak isterdim. Kafamda bir kısmı kâğıda dökülmüş çılgın senaryolar var. Tabii arz talep ve biraz da şans lazım… İçime sinen bir STK'de gönüllü çalışıp insanlara bir faydam dokunduğunu görmek istiyorum. Artık yağlı boyada ustalaşmak da hedeflerimin içinde yer alıyor. Bol bol Bob Ross izlerim artık. Soruyu bir daha okudum. Hedeflerimden biri de yalnızlığımı muhafaza etmek. Bunu başarır mıyım bilmiyorum? Başarırsam huzuru on ikiden vurmuş olacağım. Konuyu biraz açayım. Kendimi herkesten ve her şeyden soyutlamak değil amacım. Sadece bir aile kurmak istemiyorum. Evlenmek, çocuk sahibi olmak bana göre değil. Neden onca yükün altına gireyim ki? Üstelik yalnızlık beni hiç mi hiç rahatsız etmezken… Hem ailedeki bireylere biçilen roller öyle yanlış ki bunu kabul etmemi beklemeyin benden. Evet, herkes aynı değil. Ama dâhil olunan kurum aynı. Birey değil ailenin bir üyesi oluyorsun. Olmuyorum işte hayret bir şey. Tamam, bazılarınız beş yaşından beri gelinlik hayali kuruyor olabilir. Ama ben kurmadım. Sen daha çocukken evleneceğim deyince tepki almıyorsun ben evlenmeyeceğim deyince neden tepki alıyorum. Herkes kendi işine baksın. Bakın bireyciliğim tuttu yine. Affedin sinirlendim. Reenkarneye inanmıyorum. Bana verilmiş tek bir yaşam var. Tek beden, tek ruh ve tek şans… Hayatımla kumar oynamayacağım. Ne derseniz deyin buna hiç niyetim yok.

     Bana şans dileyin. Yolun başındayım.



29 Haziran 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 97

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 97



"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"

Seriye zor bir soruyla giriş yapmış bulunuyorum. Konuyu seçen Deeptone’a teşekkürler. En çok mu bilmem fakat aklıma ilk gelen önem verdiğim şeyleri yazdım. Keyifli okumalar dilerim.

      Her ne kadar bu durumdan hoşlanmasam da biz insanlar sosyal yaratıklarız. Bu da beraberinde çeşitli ihtiyaçlar getiriyor. Örneğin konuşmak, anlaşmak, paylaşmak ve kaynaşmak bunlardan bazıları… Önemli, değerli olduğumuzu hissetmek istiyoruz. Sevildiğimizi bilmek, özel olduğumuza inanmak… Bu sebeplerden dolayı sosyalleşmek benim için son derece önemlidir.

      Kendini koruma mekanizması mı dersiniz bilmem ama yeni girdiğim bir ortamda hızlıca kendimi tanıtır sonra diğer insanları tanımaya çalışırım. Belki bu şekilde yabancı ve tanınmaz olanı bilinir kılıp rahatlıyorumdur. Kim bilir? Bunun dışında insanlarla konuşmayı, tanışmayı severim. Ne kadar farklı insanlar olurlarsa bu o kadar hoşuma gider. Kimle ne şekilde konuşmalıyım, nelerden bahsetmeli ve nelerden bahsetmemeliyim gibi soruların hepsini sohbet ede ede öğrendim. Yani iletişim benim için son derece önemlidir.

      İkinci sırayı aileye veriyorum. Aile, bizim toplumumuzda toplumun en küçük yapı birimi olarak kabul görüyor. Bir ara bu duruma acayip sinir oluyordum. Yalan yok bireyciliği çılgınca savunduğum zamanlar oldu. Eskiden toplumun bireylerden oluşması gerektiğine tüm kalbimle inanıyordum. Ama şimdi işler biraz olsa da değişti. Etrafta ailenin bireyler üstündeki olumlu ve olumsuz etkilerini gördüm ve biraz yumuşadım.

     Dediğim gibi aile benim için önemli olan kavramlardan biridir. Nazara inandığım için uzun uzadıya anlatmayacağım. Ama ufak bir ipucu vereyim: Herkes ailevi problemlerden bahsederken ben susardım.

     Önemli gördüğüm şeylerden biri de yazmaktır. Yazmak benim için damarlarımdaki kan gibidir. Gayet sıradan ve tabii bir ihtiyacımdır. Kendimi bildim bileli yazarım. Ufacık ellerimle dedeme, babaanneme yazdığım şiirler hala durur. Bir de yine küçükken börtü böceğe methiyeler düzdüğüm metinlerim vardır. Hatta bir videoda ‘Ne olacaksın?’ sorusuna ‘Yazar.’ der cevabı yapıştırırım. Hayat konusunda çocuklar hep daha iddialı olur bilirsiniz. Minik versiyonumun bu ölçüsüz davranışını affediniz. Elbette iki metin bir şiir yazan yazar olamaz. Sağlam bir yürek ve açık bir zihin gereklidir. Ama hayal gücünün sonu yok.

       İnançlı biriyim. Bu nedenle dinime önem verir gerektirdiklerini yapmak için elimden geldikçe çaba sarf ederim. Onu araştırırım, incelerim. Yeri geldiğinde yumuşak, tatlı bir dille sadece anlatırım. Benden kat kat güçlü bir yaratıcının varlığına sığınmak içimi huzurla dolduruyor. Bu sizin için değişebilir tabii. Belki uzak doğu felsefelerine ilgi duyuyorsunuz. Ya da bin bir çeşit din felsefesinden birine… Ya da belki metafizik size tamamen saçma geliyor. Hepsi imkân dâhilinde… Fakat huzuru bu saydıklarımın içinden birinde hala bulamadıysanız çabalamayı bırakmayın. Çünkü bulduğunuzda tadına doyamıyorsunuz. Huzur pek çok şeyin üstünde şahane bir duygudur.

      Şimdi aklıma kitap okumak geldi. Kitaplara da epey önem veririm. Küçükken kitap okuma alışkanlığı kazandığım için çok mutluyum. Buradan bunu sağlayabilen tüm ilkokul öğretmenlerine kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Benim için kitap okumak çizgi film izlemek kadar zevkliydi. Belki çok güzel kitaplarla karşılaştım ya da doğru şekilde yönlendirildim. Hangisi oldu bilmiyorum ama ne olduysa çok güzel olmuş. Kitaplarla ilgili serüvenime klasiklerle başladım. Tabii ince, sadeleştirilmiş halleriyle haşır neşir oldum önce. İlk kez orada maceracı çocukları, aristokrat kadınları, can dostu evcil hayvanları tanıdım. Kitaplar benim için hala eğlenceli ve öğretici bambaşka diyarlardır.

      Sıralamayı doğru yaptığımdan pek emin değilim. Çalakalem yazıyorum. Siz de takılmayın buna. Aklıma, sağlık geldi. Yedi canı kalan bir kedi olarak konuşmam gerekirse sağlık çok çok önemlidir. Genelde şanslı olmama rağmen dört ayağımın üstüne düşemediğim de oluyor. Siz siz olun önceliği sağlınıza verin. Bu işin şakası yok. Her şeyin başı sağlık…

      Sahi es geçemeyeceğimiz bir konu daha var: O da para. Ne diyor şarkı ‘Para, para, para varlığı bir dert yokluğu yara’… Aslında her şey tertemiz özetlenmiş. Ama ben şahsi kanaatimi söyleyeceğim. Bana göre para bir amaç değildir yalnızca araçtır.

      Tüm bunlar dışında nezaket de önemlidir. Kimse kendisine kaba davranılmasını istemez. Biz kibar ve nazik olursak bize de arzu ettiğimiz gibi davranılır. Her türlü şartta kibarlığı elden bırakmamakta fayda var. 

      Okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım sıkmadım.