17 Nisan 2022 Pazar

KELİME OYUNU 72

 


KELİME OYUNU 72

Kelime Oyunu etkinliğimiz devam ediyor. Beş kelime veriyoruz ve bunların da içinde olduğu öykü, şiir, deneme benzeri bir yazı yazıyoruz. Herkes yazabilir, beş kelime de verebilir.

Haftanın kelimelerini ben verdim.

Sarı / Güç / Kayalık / Göz / Bilmece

ONA BİR ADIM

Güneş önceden yanmış ensesini tekrar yakıyordu. Tişörtü terden sırılsıklamdı. Hava buranın yazına has oldukça nemliydi. Nefes almak bile ara sıra zorlaşıyordu. Ayak bileğine kadar suyun içindeydi. Su öyle soğuktu ki az süre sonra ayakları zonklamaya başladı. Önünde çağlayan şelaleye doğru biraz ilerledi. Kayalıklardan aşağı baktı. Yine kendinde o gücü bulamamıştı. Başı dönüyordu. Düşündüğü şeyi yapmak istiyor ama yeterli cesareti bir türlü toplayamıyordu. Artık ayaklarını da hissetmiyordu. Kenara doğru yürüdü, sudan çıktı. Bugün burası tamamen boştu. Sadece o ve yapmak istediği o şey vardı sanki. İçten içe dile getirmekten korkuyor, sanki bundan kendisi de habersizmiş gibi davranıyordu. Yok sayıyor, kulak ardı ediyor, şakaya vuruyordu. Çalışmaktan nasır turmuş ellerini ensesine götürdü. Birden geri çekti. Güneş gerçekten iyi yakmıştı ensesini. Gözlerini şelaleye dikti biraz öyle oturdu. Evet, istiyordu. Bunu yapmayı ciddi ciddi arzuluyordu. Fakat nasıl yapacaktı. Bu mümkün müydü? Onu bağlayan hiçbir şey yoktu görünürde. Buradan ayrıldığında yeri kolayca dolardı. Pek tanıdığı, sevdiği de yoktu. Bir iki kişi vardı belki. Onlarla da aylar olduğu halde konuşmamıştı. Kim bilir nerede ne yapıyorlardı? Bir türlü anlam veremediği içindeki sıkıntının kaynağını çok merak ediyordu. Buna karşın bu konuyu düşünmekten de çekiniyor, var gücüyle uzak duruyordu. Suyun içinde sarı, kırmızı, kahverengi taşlar vardı. Taşlardan birini aldı. Elinde evirip çevirdi. Taş kuruduğunda parlak rengi kayboldu. Matlaştı. Kendi durumuyla bir benzerlik yakalayacak gibi bir süre taşa baktı. Ama zihni bu tarz bağlantılar kurmaya elverişli değildi. Belki böylesi onun için daha iyiydi. Acısı azalıyordu. Yine de kendini kendine ifade etme güçlüğü boğazında bir düğümdü. Ne hissettiğini anlayabilse bu kadar üzülmezdi. Bir kez daha ayağa kalktı. Suyun içine girip uca kadar yürüdü. Son kez dedi içinden, son kez deniyorum. Bir an hayatı boyunca hiç yapmadığı bir şeyi yaptı: Odaklandı. Hedefine bir adım attı. Ve ona yakışacak biçimde kabaca aşağı düştü. İlk kafası girdi suya. Ensesi… ensesi çok acımıştı. Vücuduna tüm gücüyle çarpan o su kütlesi değildi canını yakan. Yalnız ve yalnız ensesiydi. Bundan sonrası bir bilmeceydi. Cevabını bulabileceğinden de emin değildi. Denemeye de hali yoktu. Battı, battı, battı… Gün ışığının belli belirsiz ulaştığı bir derinlikteydi. Geride bırakabilmiş miydi her şeyi? İlk defa başarabilmiş miydi bir şeyi? Bilmiyordu. Bilmiyorduk. Derin bir nefes aldı. Ciğerleri suyla dolmuştu şimdi. Yavaş, yavaş karardı gözleri. Sonra korkunç bir karanlık… Işık derler genelde ama ışık yoktu. Bir ses konuşmaya başladı onunla. Anlamadı. ‘Ne diyorsun?’ dedi. ‘Hiiç, bir şey demiyorum.’ dedi gaipten gelen ses. ‘Oldu mu? Yapabildim mi? Öldüm mü şimdi?’ dedi o da. ‘Olabilir. Ölmüş gibi mi hissediyorsun?’ dedi ses. ‘Ne bileyim ben ölmedim ki hiç!’ dedi o. ‘Bana öyle gelmedi bence ölmüşsün daha önce.’ dedi ses. ‘Ölmedim, bilmez miyim ölsem?’ dedi. ‘Bilsen, yine de bırakır mıydın kendini? Nasıl olsa ölmüştün, ne diye uğraştırdın kendini.’ dedi ses. Sonra uzun bir sessizlik… Onun zaten hep olduğu gibi pek söyleyecek bir şeyi yoktu. Ses de susunca ortalık iyice sessizliğe büründü. Ruhu ayrılmış mı bilinmez bedeni suda ağır ağır süzüldü.

10 Nisan 2022 Pazar

KELİME OYUNU 70



Kelime Oyunumuz devam ediyormuş. Uzun bir aradan sonra ben de yeniden yazayım dedim. Geçen hafta yoğundum. Baktım öyküm yarım kalmış. Geç olsun, güç olmasın dedim. Beş kelime veriyoruz ve bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme veya benzeri türlerde bir yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, yazabilir, beş kelime de verebilir.

Geçen haftanın kelimeleri: Çember/Sır/Beden/Deli/Bilinç/


KORKUNUN BİLİNCİ

Güneşin ağır ağır alçaldığı bir bahar akşamıydı. Kır çiçekleri son güneş ışınlarının altında turuncumsu bir renge bürünmekteydi. Havada meltem denilebilecek hafif bir esinti vardı. Sazlar boyunlarını hafif hafif eğiyor, boyu kısa olanlar ise tatlı tatlı suyu yalıyordu. Ortalıkta sırrına erişilmez tatlı bir koku vardı. Bu kokunun kaynağı pek muhtemel sazların arkasındaki koruluktaydı. Az ötede çayırlığın içinde hoplayıp zıplayan küçük bir çocuk vardı. Biraz daha yaklaşınca bunun bir kız olduğunu anlıyordunuz. Rüzgâr her estiğinde minik bedenini sarmalayan basma eteği bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Dağınık saçları, al al yanaklarıyla son derece sevimli görünüyordu. Kız durdu ve yere eğildi. Perçemleri yüzünü örtüyordu şimdi. Büyük bir özveriyle papatya toplamaya koyuldu. Ne yapacağını tahmin etmek zor değildi. Çiçekleri otlardan yaptığı çembere iliştirdi. Farklı bir biçimde yapmıştı tacı. Ama fark etmez bir taç yapmıştı işte. Tacı başına taktı ve koruluğun içine doğru yürümeye başladı. Adımları gitgide hızlandı. Galiba bir şeyi takip ediyordu. Fakat takip ettiği şeyle arası bir hayli açılmış olacak ki takip ettiği şey görünmüyordu. Yaprakların arasından batmakta olan gün ışığının az bir kısmı sızıyordu. Koruluk epey loştu. Küçük kız aniden akşamın bastırmakta olduğunu fark etmiş gibi durdu ve geldiği yöne baktı. Ama anlaşılan fark etmemişti. Önüne döndü ve koruluğun içine doğru tasasızca yürümeye devam etti. Sanırsak bu çocuk o kadar küçüktü ki henüz karanlıktan korkması gerektiğini öğrenememişti. Bizleri korkutan aslına bakılırsa karanlık değil bilinmezliğin kendisiydi. Bu küçük çocuksa bilinmeyene sadece merak duyuyor olmalıydı. Merakı sayesinde bir müddet yürüdü. Koruluğun kalbine cesurca yürüyen küçük bacakları artık yorulmaya başlamıştı. Ara sıra tökezliyordu. Bir sefer az kalsın düşecekti. Yine de yürümeyi sürdürdü. Bazen karnı gurulduyor ona acıktığını hatırlatıyordu. Böyle zamanlarda kaşlarını çatarak karnını tutuyordu. Küçük çocuk en sonunda ağaçların seyrekleştiği bir yerde durdu. Az ötesinde derme çatma bir kulübe vardı. O henüz gidip kulübeye şöyle bir bakmaya fırsat bulamamıştı ki kulübeden dev gibi bir adam çıktı. Küçük korkmadı ama kaşlarını kaldırıp ağzını kocaman açtı. Merak etmişti acaba kendisi de bu kadar büyüyecek miydi? En azından şaşkın suratından yaptığımız çıkarım bu yöndeydi. Küçük çocuk hayretle adama yaklaştı. Adam boynunu epey eğip kızla göz göze geldi. Kız pek ilgisini çekmemiş gibiydi. Konuşmadılar. Adam cüssesine uygunca ağır ağır arkasını döndü ve odunlarını doğradığı baltanın başına geçti. Kız onu takip etti ve izlemek için iyice yaklaştı. Merak, ne yazık ki karşı konulmazdır. Peşine takılsanız da takılmasanız da mahvolursunuz. Dışı sizi içi bizi yakar. Elbette merak etmemek merak etmekten çok daha fena bir hadisedir. Çünkü işleyen zihinler bir şeyleri merak eder. Fakat bazen merak yerine korku daha sağlıklı bir içgüdü olabilir. Küçük kızın yapması gereken de buydu: korkmak. Adam konuşmadan var gücüyle odunlarını doğruyordu. O da yakından izlemekteydi. Çocuk biraz sonra hep tekrar eden bu işi izlemekten sıkıldı. Ağaçların etrafında döne döne başka bir oyuna başladı. Etrafında döndüğü üçüncü ağaçtı. Birden acı bir çığlık attı. Bir ayı kapanına basmıştı. Şans eseri ufak ayağı hala yerinde duruyordu. Kapanın sivri dişleri derisini yırtıp geçmiş her yer kan revan olmuştu. Belliydi bu yaranın izi kalacaktı. Biraz geç olsa da işte tam şimdi gözlerinde merak yerine korku vardı. Çırpınmaya başladı. Acı acı inliyor, hıçkırarak ağlıyordu. Adam odun doğramayı bıraktı ve kulübeye girdi. Çıktığında elinde bir anahtar yoktu. Onun yerine bir iskemle vardı. Acele etmeden çocuğun yanına gitti. Tam karşısına oturdu. Koruluk kızın feryatlarıyla yankılanıyordu. Adam son derece sakin bir sesle konuşmaya başladı. ‘Kendi düşen ağlar mı?’ Çocuk bağıra bağıra ağlıyordu hala. Yardım istiyordu ama kelimeler boğazında düğümlenip kalıyordu. ‘Bak ben de yakalandım bir tuzağa. Kimse yardım etmedi bana. Biliyor musun ağlasan da kimse gelmiyor. Benim burada olduğuma bakma yardım etmeyeceğim sana. İçim kanaya kanaya ben kendim çıktım tuzaktan. Öğrenmen lazım başının çaresine bakmayı… Korkmadın mı buraya gelirken akşamın bir vakti? Ya şimdi? Şimdi öğrendin mi korkmayı?’ ‘Öğrendim.’ dedi çoçuk çığlık çığlığa. Hala bir ümit yalvarıyordu onu kurtarması için. Adam kalktı gitti. Kulübede durdu biraz, sonra çantasıyla çıkıp koruluğun içinde gözden kayboldu. Çocuk artık karanlıktan, koruluktan, kocaman adamlardan delice korkuyordu. Biraz daha büyütmüştü onu şimdi korku. İnsanlar kötüydü ve korkmak gerekliydi. Belki de en lüzumlu şeyi bugün öğrendi.


 

1 Nisan 2022 Cuma

SEVME, SEVİLME ÜSTÜNE

 


İKİYKEN BİR

Yan yana oturuyoruz şimdi hiç konuşmadan. Aramızda sustukça büyüyen koca bir boşluk… Ellerine bakıyorum sıcak olduklarını hatırlıyorum birden. Ama bir sanrıymış gibi yok oluyor bu düşüncem. Seni tanırdım sen de beni ama şimdi hiç tanışmamışız sanki ne tuhaf değil mi? Seninle susarken mutluyduk eskiden. Şimdiyse suskunluğumuza duyduğumuz saygı kalmamış aramızda. İnatla bana bakıyorsun ama söyleyecek bir şeyim yok ki. Gözlerin kısılıyor, sinirleniyorsun. Ters ters bakıyorsun bana. Niye bu kadar sustuk bilmiyorsun. Doğrusu ben de bilmiyorum. Özür bekliyorsun belki. Ama hiç içimden gelmiyor ki. Zaten senin ruhun benimkinden nasıl daha karmaşık aklım almıyor. Başka şeylere odaklanmaya çalışıyoruz ikimiz de. Ben bir böcek buluyorum izleyecek. Sen kim bilir ne? Konuşmamakta sözleşmiş gibi öylece oturuyoruz. Bazen ikimizin anıları kesik kesik canlanıyor gözümde. Sen ne düşlüyorsun acaba şu an karşımda otururken? Sormaya halim yok, suskunluğumuzu bozmak gelmiyor içimden. Saçlarına bakıyorum. Ne güzel saçların var. Simsiyah ve dalga dalga… Bir an gerçekten dalgalanıyorlarmış gibi geliyor. Ama sadece huzursuzca kıpırdanmışsın. Saçlarının dalgalandığı yok. Yine hayaller görüyorum. Tamamen kesiyorsun bana bakmayı. Etrafa bakıyorsun. İzleyecek bir şey bulamıyorsun bakışların masaya dönüyor. Şimdi ikimiz de önümüzdeki masanın örtüsünü izliyoruz. Kareli eskimiş bir örtüsü var. Üstünde çeşitli lekeler… Sen masaya odaklanmışken ben sana bakıyorum. Sen gerçeküstüsün bence. Kimse böyle olmamalı. Ne çok sevgi var yüreğinde. Ben bile nasibimi almışım. Hiçbir zaman senin kadar yetenekli olamadım sevme işinde. Bunu bilmek kalbimi eziyor. Mesele hak edip etmemek değil de biraz daha derin sanki… Ben… Bilmiyorum, bende eksik olan ne? Yüreğim mi yok acaba? Yüreksiz miyim ben? Gözü pek biriyim biliyorsun. Ama galiba sevmeye yüreğim yok benim. Yalnızca sevme işine yok. Biz devasa dünyanın iki ufacık insanı neye kalkıştık böyle? Niye ruhlarımızın yükünü sırtlandık? Şimdi böyle karşılıklı sessiz sedasız oturuyoruz. Değdi mi? Birbirimizi sevdiğimize değdi mi, söyle? Sen sevdin orası kesin. Acaba ben sevdim mi seni hak ettiğin gibi? İnan, bilmiyorum. Bak, buna özür dilenir. Fakat dilemeyeceğim. Öznelerin değiştiği tanıdık bir son kapımızda galiba… Olsun, hayat bu ya bazen ne kadar çabalarsan çabala çıkar aynı sona. Yaşam bizden ibaret değil zaten. Bu saatten sonra boş çırpınışlarla vakit yitirmeye gerek yok. Sen yoluna, ben yoluma… Bir an sanki kırgın olan benmişim gibi yersizce gururlandım. İçimde dalga dalga bir öfke peydahlandı. Tam şu an aramıza büyük mesafeler girdi seninle. Her zamanki gibi benim müthiş hünerimle. Oysa hala karşımda oturuyorsun. Uzansam dokunabileceğim mesafede... Belki yumuşadın şimdi. Hatta beni affetmeye bile hazırsın. Yalnız ben de kalkıp gitmeye razıyım artık. Ellerini kenetledin, masaya koydun. Sonra bana uzattın ellerini. Eğer tutsaydım kalkıp giderdik birlikte. Ama sadece durdum ve bekledim. Zaten sen de başından biliyordun sanırım ellerini tutmayacağımı. Kısacık bir an buğulandı gözlerin. Önümde ağlamamanı diledim. Dalgın dalgın baktım gözlerine. Bir daha göremeyecektim onları bana böyle bakarken. Her neyse, sağlık olsun. Dünyanın sonu değil ya? Her yara kapanıyor er geç. Ve sen kalkıp gittin. Başladığımız gibi sükût içinde bitirdik her şeyi. İyi ki hiçbir şey demedin. İkimizin de mecali yoktu ağır sözler duymaya. Konuşmadan anlaştık birkaç kaçamak bakışla. Zor olan şey ne kaybetmek ne de vazgeçmek… Esas zor olan ince ince sızlayan o yarayla baş etmek…