27 Nisan 2021 Salı

ÖPÜŞELİM, BARIŞALIM

 


                                                                                                                                                                                26 NİSAN 2020

Saygıdeğer Şiirselliğim;

Affınıza sığınarak bu mektubu kaleme alıyorum. İkimizin de bildiği üzere bir süredir sizi ağırlama fırsatına nail olamadım. Keyfinizi kaçırıp yüce varlığınızı eleme sürüklemek gibi bir niyetim yok. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek adına bu hususta yeniden özür diliyorum. Fakat takdir edersiniz ki aramızdaki artan mesafenin hızını kesmek son derece önemli ve elzemdir. Hatta bu konu çeşitli yanlardan benim için hayati önem arz eder. Sizden ricam güzelliğin somut ulakları olan nice kelimeleri zihnimden esirgememenizdir. O tatlı misafirleri ağlar vaziyette görmek beni harap ediyor. Sonrasındaysa bedenim onlara katılıp dinmez hıçkırıklara eşlik ediyor. Bildiğiniz gibi demirden bir gövdem varmışçasına çıktığım savaş meydanlarından kolay kolay eli boş dönmem. Ama bu cesur ve pek yürekliliğin ardında sizinle örülmüş hassas ağlar yer alır. Sizin ateşinizin içimde sönmüş olabileceği fikri bile beni korkudan tir tir titretiyor.  Hayatım, sizin benimle beraber olamadığınız bir geleceği haşince reddediyor. Yalvarırım başka tatlar almama, yeni sesler duymama, dünyaya ayna tutmama ve tekrar zihnimi tanımama yardımcı olunuz. Pek çok şeyden vazgeçebilir, sizi onların hepsine tercih edebilirim. Yüreğimin gücü bitene, gözlerimin feri sönene kadar size inanacağım. Siz gerçek olan her şeyin yegâne bütünüsünüz. Temsil halinde bulunduğunuz bin çeşit vakıa inanın ki masallardaki türlü mücevherden, gözlerdeki sevgiden, dillerdeki büyülü ezgiden çok daha üstündür.

                 Kendinden yüz çevrilmemesini uman sadık yardımcınız.

Adres:

Kaf Dağı’nın eteğindeki

şler şehri (Kime sorsanız gösterir.)

26 Nisan 2021 Pazartesi

NEREDEYSE

 



NEREDEYSE

   Sanki çok uzak görünen büyülü bir tuzak… Öyle sevimli görünüyor ki insanın gidip tuzağa düşesi geliyor. Bu tuzak dediğim olgu aslında pek de benzemiyor tuzağa. İçine düşseniz idrak edemeyeceğiniz türden… Biraz bilinçaltı biraz bilinçdışı bir hadise… Bizden taa içimizden çıkmış karanlık bir kasırga… Yok edici gücü iflah olmayan önüne kattığını kasıp kavuran saklanmış çirkin yüzümüz… Geçmişe kıyasla modern varsaydığımız toplumda bambaşka şekillerde gün yüzüne çıkıyor. Ve her daim ardında buruk acımsı bir tat bırakıyor. Elbette fikirlerle oluyor bu. Fikirler yerinde panzehir yerinde zehir… Yeni dünya bize pek çok farklı fikir kazandırdı. Kapitalizm ve sekülerizm bunlardan yalnızca ikisi. Tabii bireyciliği es geçmemek gerek. Bu koşullar altında hayatımızın ipleri elimizden yavaş yavaş kaydı. Başta kendimize, bize benzeyenlere sonra bize benzemeyen diğer herkese yabancı olduk. Ayırdık, böldük, parçaladık… Çok mu zevk aldık orası muamma.

    Kimilerine göre özgür ve seküler yaşamın meyveleri korkusuzca yenmeli. İnsan aşmalı kuralları hatta gücü yetiyorsa onlar yokmuş gibi yapmalı. O zaman her şey daha kolay, hayat da tozpembe… İçip dağıtmalı, sövüp saymalı ve öpüp sarmalı… Ya ne manası var bunlar olmadan yaşamanın! Saldırmak üstelik var gücüyle… Kuduz bir köpek gibi… Karşı tarafı alaşağı edene dek durmamalı. Bir tek kendine benzeyeni sevmeli insan, değil mi? Biricik olan sen ve sana benzeyen türevlerin köşe bucak kaçmalı diğerlerinden. Dışlamalı, aşağılamalı onu. Onun insan olduğunu unutmalı ki yeterince incinsin. Evet, o; öbür taraftan, diğer takımdan… Ezmeli onu. Sonuna kadar gitmeli. Farklı olanın canına bugün okumazsan yarın ne olacak? Yobaz, gerici, türbanlı, cahil… Farklı çok farklı senden... O senin gibi sevmez. Öpmez, koklamaz ve sevişmez… Ne bilsin aşkı, sevgiyi? O içmez senin gibi. Acıdan anlamaz, varoluş sancısı çekmez. Kafası yok ki dağılsın, değil mi? Okumaz, okusa anlamaz. Bilmez Eflatun’u Dante’yi. Evrim deyince maymun muyum, Big Bang deyince tanrının işi der sıyrılır işin içinden. Acaba ne yapıyor şimdi, ne geçiyor aklından? O da seni düşünüyor belki. O da sana giydiriyor içinden bir bir. Namussuz, zındık, yollu, imansız… Sen de böylesin onun için. Sen de tehditsin. Öngörülemez korkunç bir yabancısın onun belleğinde. O da senin sonun olmak istiyor. Kin kusmak sana, çılgınca yargılamak seni… Sana, senin özüne saldırmak istiyor. Savaşması gerektiğini düşünüyor seninle. Bilirsin iman küfür savaşı hiç biter mi? Ona göre nedensizce asisin. Korkaksın, kaçabildiğin kadar kaçıyorsun. Körsün, bir türlü görmek istemiyorsun gerçekleri. Ya da daha kötüsü güneşi balçıkla sıvamaya kalkıyorsun. O hayatından memnun hor görülmeyi hak etmediğini düşünüyor. Eğer hor görülmesi gereken biri varsa o sadece sensin ona göre. İnsanlara yardım etmenin, alçakgönüllü olmanın, elden geldiğince paylaşmanın nesi kötü? Bu neden reddedilir bir türlü anlamıyor, sen tam bir mankafasın onun için. Teslim olmak, kabullenmek ve ihtiraslara karşı koymak bu kadar zor olabilir mi? Olamaz; o zaman sen zayıfsın, zavallısın onun zihninde. O beş vakit tanrısının önünde eğilir. Sense isyankâr bir başsın onun için. Hem ona hem dokunulmaz tanrısına saldırıp duran bir pislik… Yanlışsın çok yanlış ona göre.

   Keyfince yaşayan sen ve kurallara boyun eğen o… Ne çok benziyorsunuz uzaktan. Gökteki yıldızlar ve kumsaldaki kumlar… Yanınızda hiç kalır. O da iç çekiyor bazen derin derin aynı senin gibi. Bir öküz oturuyor böğrüne kalkmak bilmeyen. Onun da kabuk tutmayan yaraları var. Duygusal buhranları, çıkmaz sokakları, sonsuz açmazları… Zaman ona da göreceli, saniyeler geçmek bilmiyor bazen. Mütemadiyen korkuyor gelecekten. Zamanı gelip çattığında getireceklerinden… Keşkeleri var sürüsüne bereket. Pişmanlıkları üstüne çullandığında teker teker o da boncuk boncuk terler. Biri var onu da heyecanlandıran. İstemese dahi her an aklını kurcalayan. Bakmaya kıyamadığı, dinlemeye doyamadığı biri… Dünyayı yeniden sevdiren, aklını fırıl fırıl döndüren… Muhtemelen o da seninki gibi kâbuslar görüyor arada. Korkuyla fırlıyor yataktan. Endişeyle siliyor o kareleri aklından. Seviyor sokaklarda, caddelerde dolaşmayı. Hele bahar gelmişse tümden unutuyor evde durmayı. O da okşuyor bir sokak kedisinin yumuşak tüylü başını. O da Galata’nın sokaklarında gezerken sarhoş oluyor içkisiz. O da her şeye rağmen yürekten seviyor bu garip şehri. Eminönü’nde balık ekmek; Ortaköy’de kumpir… Üsküdar’da Kız Kulesi ve Kadıköy’de vapur keyfi…  Hafta içi son gün o da tekli koltukta sızıp kalıyor. Uyandığında yorgunluk nedir bilmiyor. Evet, o da senin gibi hiç boş durmuyor.  O da gülüyor, ağlıyor senin yaptığın gibi. Bazen hiç ağlamayacakmış gibi coşkuyla… Bazen bir daha gülemeyecek gibi acıyla… Ve o da acaba diyor her gece içinden. Acaba gerçekten farklı mıyız o kadar? Size bir sır: Bırakın farklıyı neredeyse aynısınız. Neredeyse…

MERAKLISINA NOT: Filmi izlemeyi düşünenler ideolojilerini bir kenara bıraksınlar. Çok ahım şahım bir film olmamasıyla beraber bu satırları bana yazdıran o filmdir. Esaret nedir, özgürlük nedir denk gelirse senaristle uzun uzun tartışılır, konuşulur. Fakat beğenmediğiniz sahneler için beni yormayın. 

21 Nisan 2021 Çarşamba

BENDEN SİZE BİR HİKAYE

 

 
 DİPSİZ KUYU

   Saat 10.00. Şimdi söner ışıklar. Hala söndürmediler. Hah şimdi söndü işte. Üç dakika; tam üç dakika geciktiler. Böyle bir şey hiç olmamıştı. Hoşlanmadım bundan kuralları ve tekdüzeliği severim ben. Her gece olduğu gibi karanlığın getirdiği ani bir sessizlik oldu. Bunu horlamalar ve yavaş soluk alıp verişler takip etti. Bulutlu havadan dolayı içerisi ay ışığıyla pek aydınlanmıyordu bu gece.  Pencere rüzgârın uğursuz fısıltılarını içeriye taşıyordu. Rüzgârdan hep nefret etmişimdir. Göz yuvalarımı kuruyuncaya dek tozla doldurur, saçlarımı zehirli yılanlara dönüştürür o. Çeşitli boy ve şekilden birkaç genç beden, yataklarında döndü. Ranzalardan tiz gıcırtılar yükseldi. Ben nasıl yatarsam öyle kalkarım. Dirim de ölüm de birdir. Cesedim ile bedenimi yalnız ölüm meleği ayırt edebilir. Bununla övünürüm de. İnsan benim gibi olmalıdır: Düz dümdüz. Tüm ayrıntılarını ezberlemiş olmama rağmen ranzamın tavanına son bir kez sabit bir şekilde baktım. Sonra yavaşça kapattım gözlerimi. Pencerenin yanındaydı benim ranzam ve lanet güneş sabah oldu mu beni uyandırmak için en küçük ışık huzmesini bile kullanıyor. Göz kapaklarım yanmaya başladı yine. Göz kapaklarımı kırpıştırarak açtım gözlerimi. İçimden güneşe söverek doğruldum yatağımda, hoş ayı da sevmezdim ya neyse. Bu arada haşin nöbetçi boğuk sesiyle diğer öğrencileri uyandırmaya başlamıştı. Yatak örtülerimi toplarken göz ucuyla diğer oğlanları izledim. Ne kadar beceriksizlerdi öyle! Diş ve saç fırçamı alıp lavabolara doğru yola koyuldum. Lavabolar karşı bloktaydı ne saçmalık! Buranın mimarisini ancak zevksiz biri tasarlamış olabilirdi. Genel olarak dört koca silindir bloğun üzerine yerleştirilmiş cam bir çatıdan oluşuyordu. Her kata çıkan iki mermer tırabzanlı merdiveni üç balkonu ve geniş bir bahçesi vardı. Kısacası rezalet. Balkonlara zaten çıkamazdık. Süs havuzunun devridaim yapan suyu sidik kokardı. Hele bahçedeki kuşlar o kulak tırmalayan sesleriyle ötüp dururlardı. Lavaboya geldiğimde oraya kök salacak kadar bekledim. Nihayet sıra bana geldiğinde uyuşukça dişlerimi fırçalayıp, saçlarımı taradım. Kahvaltı için yemekhaneye indiğimde her zamanki yerimin boş olması beni memnun etti. Tabldot kahvaltımı alıp oraya geçtim. Genelde kimseyle oturmazdım. Onların aptalca söylevlerini duymak istemediğimi ve sivilceli çirkin yüzlerinden iğrendiğimi anlayınca beni kendi halime bıraktılar. Yalnız her yıl olduğu gibi bu yılda yeni sınıfların beni rahatsız edip etmeyeceklerini bilmiyordum. Korktuğum başıma geldi. Ve on dakika sonra bücürün teki karşıma oturdu. Bir buzul dağını andıran bakışlarla süzdüm onu. Sert ve soğuk... İğrenç bir suratı vardı. Orantısız gözleri tabağımdaki yumurtanın dağılmamış sarısına benziyordu. Burnu küçücüktü. Saçları kısa kesilmiş olmasına rağmen sarı bukleleri yine de dağınık görünüyordu. Bana güneşi hatırlattılar, yüzümü buruşturdum. “Yeniyim, merhaba.’’ dedi. Ona birkaç saniye daha baktım ve bakışlarımı dikkatimi ondan daha çok çeken kahvaltıma çevirdim. Ortak bir nokta bulmaya çalışır gibi “Ne hoş domatesler! Hem de kırmızılar.” dedi.  Ben de “Kan da kırmızıdır. ”dedim. Sustu biraz sonra devam etti. “Peki, sen hangi rengi seversin?” “Hiçbirini” dedim. Biraz da hışımla “Benim tek sevdiğim şey nefrettir.” deyiverdim. İyice keyfim kaçmıştı. Bir daha konuşmamak üzere kahvaltıma gömüldüm.  Biraz daha havadan sudan konuştu. Sonra o da kahvaltısına yöneldi. Şapırdatarak ve ağzı açık bir şekilde yiyordu. Tüylerim diken diken oldu. Ellerim karıncalandı. Ağzındakilerden bir dizi artık parça ellerime sıçradı. Yumruklarımı beyazlayıncaya kadar sıktım. Sonra sertçe çatalımı masaya koydum. İrkildi, ağzındaki son lokmayı yuttu. Daha da büyüyen o çirkin gözleriyle bana baktı. “Yeter, çiğnediğin iğrenç şeylerin ağzındaki daha da iğrenç olan devinimlerini görmekten sıkıldım. Ellerimde senin çiğnediğin her şeyin kalıntıları var.”diye bağırdım. Hızla kalktım taburem geriye savruldu. Kalktığım gibi koşar adım lavaboya gittim. Tuvaletlerden birine girdim. Sırtımı kapıya verdim ve bacaklarımı karnıma çekip yere oturdum. Soğuk fayanslar tüylerimi bir kez daha ürpertti. Kalbim deli gibi atıyordu. O an kalbimden de nefret ettim. Sonra aklıma tüm o nefret edilesi şeyler geldi. Öğürme isteği geldi içimden. Doğruldum; gözlerimdeki yakıcı gün ışığını, kulaklarımdaki rüzgâr fısıltılarını ve midemdeki kan kırmızı domatesten arta kalanları tuvaletin kara deliğine boşalttım. Rahatlayamamıştım bir şeyler vardı beni huzursuz eden. Oysa ne güzeldi her şey böyle. Hiçbir sorunum yoktu. Peki, neden bu kadar bunalıyordum zaman zaman? Deliğe yeniden bakınca sorumun cevabını buldum. Ben içini nefretimle doldurduğum dipsiz bir kuyuydum. Ve çok yakında boğulmaktı tek korkum.

12 Nisan 2021 Pazartesi

DANGALAK KİM?

 

 




DANGALAK KİM?

Her birimiz az biraz dangalağız yeri geldiğinde. Tabii kesin bir tanımlama öğrenmek istiyorsanız TDK’ye bakın derim. Ama bence dangalaklık en gereken yerde kafanızı kullanamamaktır. Hani bazen çalıştır saksıyı deriz ya hah işte dangalaklık maalesef saksıyı çalıştıramamaktır biraz. Mesela günlük yaşamımızdan hatırı sayılır dangalaklara bir bakalım. Dangalaklıkta çığır açmış yetmemiş bir de kriminal boyuta geçmiş biriyle başlayalım. İlk sırayı hak eder mi bilmem ama Orhan ağabey zirveyi zorlar. Orhan ağabeyiniz var mı bilmem. Fakat ona haber bültenlerinde sıkça maruz kalıyoruz, oradan hatırlayıverin. Orhan ağabey, ağır ağabeydir. Henüz iki lokma zıkkımlanmadan kahveye damlar. Hayatta tek derdi vardır: Okeye dörtlü bulmak. Kendini 'adam'diye tanımlar. Ne demekse! Kahvedeki performansı harikadır. Kahveci pek bir memnundur bu ağabeyden. Belki bir o memnundur. Yalnız siz bir de düğünde, bayramda görün ağabeyimizi. Kuru sıkı mı değil mi meçhul elinde muhakkak bir tabanca tak, tak, tak… Hemen akabinde yorgun mermi dehşeti… Belki gelin belki damat, kayınvalide, bacanak ya da daha bahtsız iki sokak ötedeki çocuk… Orhan ağabey böyle işte… Ona ne desen boş. Tamı tamına bir dangalak anlayacağınız. Daha masum olmasına rağmen dangalaklıktan tam not almaktan kurtulamayan bir başkası: Nurten teyze… Yok mu evinde süpürge olduğu halde halıları silkeleyen teyzem işte o Nurten teyzedir. Eksiksiz bir titiz pasaklı kendisi... Aman evim temiz olsun da sokağı leş götürsün ne olacak der. Dünya yansa yorganım yok cinsinden. Unutmadan söyleyeyim yeni model dangalaklardan Bora var bir de. Bora kim biliyor musunuz? Bora, 20 bilemediniz 26 yaşında genç bir delikanlı. Öyle böyle değil ama deli deli akıyor kanı. Bora, babasının gençliğini feda edip kurduğu işlerin meyvesini yiyen altın çocuk. Üstü başı, altındaki arabası dudak uçuklatır türden. Arabası en fazla iki yıl öncesinin pahalı mı pahalı havalı bir spor modelidir. Bu çocuğumuz geçmişte pamuklara sarılıp büyütüldüğünden hayatın sillesini yememiştir. Yaşamın ciddiyetine varamayan bu zavallı yitik oğlan çocuğu yaşarken bir türlü erişemediği heyecanı yollarda bulmayı dener. Otoyol, otoban, çevreyolu oğlana vız gelir tırıs gider. Basar da basar gaza.  Makas atar, drift yapar. Şu ana kadar hiçbir şey kaybetmemiş olan çocuk canını kaybedebilecek olmanın bilincinde değildir hala. Yetmezmiş gibi masum masum kurallara uygun seyreden bizleri de tehlikeye sürükler. Buyurun buradan yakın. Bre, dangalak kere dangalak Bora! Şimdi Mahmut dayıya bakalım. Yok yok sadece ben tanımıyorum onu siz de yakinen tanıyorsunuz. Var ya yolda yürürken akciğerlerini tükürürce balgam atan dayı tam o işte. Belli, bir akıl noksanlığı burada da var. Söyleyin bana bu da dangalaklık değilse ya nedir? Bakınız bir başka dangalak: Aleyna… Bu kızcağız ikizler midir nedir bilinmez bir yaptığı diğer yaptığını tutmaz. Hoş, burçlara inanmam ya neyse. Aleyna; görülsün, sevilsin ister. Eee ne olmuş ben de istiyorum demeyin hemen. Aleyna bir başkadır insanı hasta eder. Aleyna’lara ilgi duymaya başlayan çocukların hali haraptır. Aleyna önce git der sonra gel ister. Aklınca naz yapıyordur. Sorana ağırdan satıyorum kendimi der. Bak bak adını da koymuş. Allah'ım sabır ver. Hayır diyormuş ama peşinden de koşsun istiyormuş. Kızım sen manyak mısın? Evet mi hayır mı? Doğru düzgün bir şey söyle de rahatlayalım hepimiz. Sonra ucu biz ne istediğini bilen kadınlara dokunuyor. Nasıl mı? Erkekler seninle olan beraberliklerinden sersemlemiş ayrılıyor. Kalsınlar mı gitsinler mi iyice şaşırıyorlar ne yapacaklarını. Hayır desen bile acaba acaba diye yiyip bitiriyor zavallılar kendilerini. Yani aslında suç onların değil hep şu dangalak Aleyna’ların.

NOT: İsimler yalnızca belirli tiplemeleri belirtmektedir. Üzerinize alınmayınız. Lakin ille de isterim diye tutturursanız buyurun alının üzerinize, bana ne.

11 Nisan 2021 Pazar

DÜŞLERİM ISLAK



 ISLAK DÜŞLER VE BİR ÇOCUK

Birkaç sene önce bir yaz günü ikindi vaktinde,

Küçük bir kız elinde Arap sabunuyla çıktı bahçesine.

Rüzgar esti, otlar bozdu sessizliği; çınar dahi dile geldi.

Bunları duyan küçük daha bir heveslendi.

Bir halıya baktı bir de elindeki sabuna,

Köpürteceği köpükleri hayal etti: Bolca köpük bolca…

Halı önüne boydan boya serildiğinde

O hayallerini çoktan doldurmuştu ceplerine.

Bir baloncuk hayal etti kendini içine alan

Durdu ve düşündü kendince, bilinçaltında da yoktu ki onu durduran

Fırçalar ve kovalar da gelince halının yanına,

Büyüklerle birlikte girişti o da halıya.

Çoktan baloncuğunun yerini çeşit çeşit hayaller doldurmuştu.

Fırçalıyor, köpürtüyor sadece eğlencesine aldırıyordu.

Kâh bir sihirli uçan halı oluyordu tülermiş halı

Kâh önüne serilmiş kırmızı bir halı

Çok geçmeden bir ritim tutuldu.

Örgüler omuzlara vuruldu.

Küçük Arap sabununun kokusu genzini yakıp parmakları buruş buruş olana kadar devam etti.

Bu zaman içerisinde ıslandı ve köpüklendi.

Cebindeki hayalleri birden aklına düştü.

Ne olduğunu merak edip baktığında ıslak bir düş öbeği gördü.

Tatmin olmuşluk ve çocuklara özgü bir mahzunlukla en sonunda çekildi kenara.

Şimdilerde bunu yazan da az çok her şeyden zevk almaya çalışıyor hayatta.


OLDUKÇA ERKEN



SAAT ÇOK ERKENDİ

Bugün oldukça erken kalktım. Kuş gibiyim. Kuş kadar hafif… Sırtımda bir çift kanat var. Her şey çok mümkünmüş gibi şu an. Güneş doğmadı daha. Ama güneş bile olabilirim sanki. Belki evrenin değil ama kendi karanlığımın sonsuz güneşi olabilirim. Evet, bugün benim için en somut gün. Yokluk ve varlık arasındaki ruhum kadar somut. Bugün gün doğmadan değişeceğim. Ve beraberimde içime benden bir enkaz gömeceğim. Çıkar yolu yok bir şekilde değişmeliyim. Kozadan çıkan bir kelebek olabilirim. Ama her değişim de güzel olmayabilir. Belki de şu andan itibaren ölene dek yalnızca paslanırım. Bedenim eski bir makine gibi çarkları durana dek çalışır. Ama umutlu olmak sizi en kötüsünden kurtarır.

9 Nisan 2021 Cuma

KOYUN MUSUN?

 

 

KOYUN MUYUZ?

Hep çok yakından baktık,

Sadece gördüğümüze inandırıldık.

Hiç görmedik hatta duymadık,

Bir adım uzaklaşıp büyük resmi görmeye,

Hiç mi hiç çalışmadık.

 

Gruplara dâhil olmaktı felsefemiz,

Kalıplara tam sığmaktı hadisemiz.

Büyük kitlelerin küçük birimleri olduk,

Herkesin istediği insanlık rejimini kurduk,

Sadece koyunlar gibi takip ettik ve meleşip durduk.


2 Nisan 2021 Cuma

BAZEN HER ŞEY EKSİK

 




DUVARLAR YIKILIR

İpteki cambaz misali düşüncelere meydan okuyorum.

Onlara karşı geliyor kurallarımı çiğniyorum.

 

Parmak uçlarımda, boğulmamaya çalışıyorum suda.

Uçurumlarımın sonunu, hayallerimin sınırını bilmek istiyorum.

Ne yaprak döküyorum şimdi sonbaharda ne de çiçek açıyorum ilkbaharda.

Kafamdaki zincirleri çekiştirmeyi bıraktım, ebedi sessizliğe büründü aklım

 

Mantık; beni bu sarp kayalıklarda bırakıp çekip gitti uzaklara

Başı olmayan sonu gelmeyen arsız duygular kaldı bir tek bana

Serzenişlerim kulağıma geliyor yankılanıp sanki aciz bir kimse yardım istiyor çaresizce

 

Ne yapmalıyım ki ben!

Durgun sularım taşkın deniz, berrak ufuklarım oldu puslu bir iz

 

Deniz ve gökyüzü artık uyandırıyor içimde boş bir his,

Sadece gözümü yoruyor dalgaların kıvrımları.

Semadaki beyaz puf bulutlar bana sıkıntılarımı hatırlatır oldular.

Daha heybetli artık dağlar ve daha keskin esiyor rüzgâr.