22 Eylül 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 109


AĞAÇ EV SOHBETLERİ 109

      "Beş yıl önceki yaşantınız nasıldı? On yıl sonrası için hayalleriniz, beklentileriniz ve yaşama dair hedefleriniz nelerdir?"

      Uzun bir aradan sonra yeniden bu seriye yazmaya karar verdim. Açıkçası bu yazının kendimle de yüzleşmemi sağlamasını umuyorum. Herkese keyifli okumalar.

      2016 yılında ben hayatımın ilk sınavına hazırlanıyordum. Bilen bilir o zamanlar TEOG vardı. Pek stres yaptığımı hatırlamıyorum. Beynim o yıla dair anılarımı büyük bir mutlulukla sildi. Birkaç masa başı ders çalışma karesi, sınav anına ve sonrasına dair üç beş şey dışında unuttum gitti. Bellek ilginç şey doğrusu… Koca sene göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Sınava girdim. Güya iyi bir puan aldım. Ben hariç herkes memnundu. Sinir bozucu bir deneyimdi. Daha iyisini yapabileceğimi biliyordum. Neyse işte bir yere yerleştik. Sonra lisedeki ilk derslerimin birinde hocam zamanın su gibi akıp gideceğini söyledi. Öyle de oldu. Yazdıklarıma bakarsak beş yıl önceki ben için tüm yaşantım bu sınavdan ve süreçlerinden ibaretmiş gibi görünüyor. Başka şeylerden bahsedeyim. Mesela gezmesini bilirdim. Bıkmadan yorulmadan gezerdim. Farklı insanlarla tanıştım. Bol bol konuştum, görüştüm, tartıştım. Sık sık güldüm, çokça ağladım. Yalnız çok gülen çok ağlar diye bir laf var ya yalan o. İnanmıyorum öyle olduğuna. Fiziksel olmasa da ruhsal açıdan büyüdüm. Merak ettim, sorguladım. Kendimi buldum, kaybettim. Okudum, yazdım. Zihnimi inşa ettim. Arkadaşlar edindim. Bazılarıyla hala görüşürüz. Bazılarının izini kaybettim. Kişiliğim ve bilinç düzeyim belirginlik kazandı. Bir çocuktan, ergene sonra da bir gence geçiş yapmanın ne kadar sancılı bir süreç olduğunu hatırlıyor musunuz? Boş verin cevap vermeyin. Laf olsun diye sordum.

      Şimdi üniversiteye yerleştim. Bakalım daha neler neler göreceğim? Zamanla öğreniriz. Tabii bunun öncesinde de sınav, deneme, dershane, korona, uzaktan eğitim, mezuna kalma, yeni hazırlıklar, plan, hedef, ders çalışma, sıkılma, devam etme, bıkma, devam etme tarzı upuzun bir yolculuk var. Fakat ben sizi daha fazla bunlarla sıkmayacağım. Okurken bile bunaldığınıza eminim.

      Geçmişten ve bugünden bahsettiğimize göre artık geleceğe gelebiliriz. Hayaller… Kimilerine göre abartıdan uzak, gerçekleştirilmeye müsait şeyler olmalılar. Bu sayede ulaşılabilir biçimleri insanları mutlu eder. Ya da yine başkalarına göre uçuk kaçık olmasında bir sakınca olmayan şeylerdir. Hayali bile mutlu ediyorsa neden mutlu olmaktan çekinelim ki? Bir de bu düşünce biçimlerinin yaşla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bence bu tamamen kişisel bir şey…

     Hayallerime gelirsek aklıma gelenleri sıralayayım.  Mutlu, huzurlu bir Türkiye hayal ediyorum önce. Şöyle masallardaki diyarlara benzeyelim istiyorum. Gerçekdışı güzel olalım. Hayal bu ya her şey serbest… Önüme set çekmeye kalkmayın. Kocaman bahçeli bir evim olsun istiyorum. Bahçeye su kaydırağı koyayım elbette havuzla beraber. Sonra sırayla zıpzıp ve şu acayip salıncaklardan… Hani şu çalılardan yapılan labirentler var ya onlara da bitiyorum. Kendi diktiğim bir ağaca ağaç ev kondurmak da hayallerim arasında. Garip sinekkapan bitkilerinden ve baobap ağaçlarından bol bol yetiştireceğim. Boyumca çiçeklerim olsun istiyorum. Bitkilere bakmayı hiç beceremiyorum. O yüzden bu benim için süper olurdu. Şüphesiz atlar da olmalı. Atlar harika yaratıklar hayallerimde mutlaka yerleri olmalı. Arka bahçemde dünyadaki meşhur yapıların orijinal boyutları da yer almalı. Evet, arka bahçe değil havaalanı mübarek. Ayrıntılara takılacak mıyız? Bu sefer değil. Hayal kuruyoruz. Sevdiğim film setlerini de arka bahçemde görmeyi isterdim. Ne yani Pisa kulesi’nin yanına süs havuzu mu koyayım? Tabii ki film seti koyacağım. İyice uçmuşken sevdiğim bir ürünün fabrikasını da arka bahçeme ekliyorum. İşte hayaller böyle olmalı. Fikri bile gülümsetmeli insanı.

      Sırada beklentiler var. Beklentilerim bazen umut dolu bazense tam tersi… Ama ümit gençlikte olduğundan kendimi yüreklendirmeyi deniyorum. Başardığım da oluyor, başaramadığım da. Vazgeçmek yok!

      Hedeflerimden biri gelecek on yıl içinde farklı bir ülkede yaşamak. En fazla beş yıl olmak koşuluyla oranın kültürünü, insanlarını tanımak; kariyerime katkı sağlamak istiyorum. Neden en fazla beş yıl? Çünkü ülkemi özlerim ve sömürebildiğim kadar bilgiyi bu topraklarda işleme sokmak üzere geri dönmem gerek. Çalabildiğim tek bir müzik aleti var. O da mızıka. İyi çalıyorum. Benimki c diatonik. Ama kromatik mızıka çalmayı da öğrenmek istiyorum. Ben kendi mızıkamla blues, country, rock çalabiliyorum(10 delik). Kromatik mızıkalar caz, Latin ve klasik müzik çalabiliyor(12-14 delik). Üniversite bitmeden staj ve proje deneyimi elde edip kendimi geliştirmek de hedeflerim arasında. Almanca’yı sular seller gibi konuşmak istiyorum. Bunun üzerine de çalışıyorum. Bir hedeften çok istek ama bir kitap yayınlamak isterdim. Kafamda bir kısmı kâğıda dökülmüş çılgın senaryolar var. Tabii arz talep ve biraz da şans lazım… İçime sinen bir STK'de gönüllü çalışıp insanlara bir faydam dokunduğunu görmek istiyorum. Artık yağlı boyada ustalaşmak da hedeflerimin içinde yer alıyor. Bol bol Bob Ross izlerim artık. Soruyu bir daha okudum. Hedeflerimden biri de yalnızlığımı muhafaza etmek. Bunu başarır mıyım bilmiyorum? Başarırsam huzuru on ikiden vurmuş olacağım. Konuyu biraz açayım. Kendimi herkesten ve her şeyden soyutlamak değil amacım. Sadece bir aile kurmak istemiyorum. Evlenmek, çocuk sahibi olmak bana göre değil. Neden onca yükün altına gireyim ki? Üstelik yalnızlık beni hiç mi hiç rahatsız etmezken… Hem ailedeki bireylere biçilen roller öyle yanlış ki bunu kabul etmemi beklemeyin benden. Evet, herkes aynı değil. Ama dâhil olunan kurum aynı. Birey değil ailenin bir üyesi oluyorsun. Olmuyorum işte hayret bir şey. Tamam, bazılarınız beş yaşından beri gelinlik hayali kuruyor olabilir. Ama ben kurmadım. Sen daha çocukken evleneceğim deyince tepki almıyorsun ben evlenmeyeceğim deyince neden tepki alıyorum. Herkes kendi işine baksın. Bakın bireyciliğim tuttu yine. Affedin sinirlendim. Reenkarneye inanmıyorum. Bana verilmiş tek bir yaşam var. Tek beden, tek ruh ve tek şans… Hayatımla kumar oynamayacağım. Ne derseniz deyin buna hiç niyetim yok.

     Bana şans dileyin. Yolun başındayım.



19 Eylül 2021 Pazar

KELİME OYUNU 42


 

KELİME OYUNU 42

 

Kelime Oyunu devam ediyormuş. Beş kelime verip bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, deneme, şiir benzeri yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, beş kelime de verebilir. Haftanın kelimelerini Deeptone verdi. Ben de bu hafta elimden kayıp kaçmadan bir yazı ekleyeyim dedim.

Beş kelime: Yurt/Uyku/Böcek/Sedye/Gökyüzü

KALBİN AVUCUMDA

      Kabanıma daha da sarılıp hızlı hızlı yürümeye devam ettim. Poyraz da hızını arttırmıştı. Güneş doğmuştu ama gökyüzünde gri bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Yoldaki su birikintilerine dikkat ederek yürüyordum. Arabamı uzak bir yere park ettiğime çoktan pişman olmuştum. Kasvetli havaya rağmen keyfim yerindeydi. Çünkü ona gidiyordum. Köşeyi dönüp yüz metre daha yürüdüm. Yurda ulaştım. Kaygan merdivenleri temkinli bir biçimde çıktım. Duvarların boyanmış olduğunu gördüm. Akif’in yaptığı yüklü bağışla ilgisi var mıdır diye düşündüm. Bilmiyordum belki öyleydi belki de değildi. Benden kilometrelerce ötedeki eşimi bir an için çok merak ettim. Aramızdaki garip bağı hissettim. Başına bir iş mi geldi acaba diye bir süre düşündüm. Neyse ki kuruntum uzun sürmedi. Odaklanmalıydım. Burada oldukça önemli bir işim vardı. Girişteki danışmaya yöneldim. Kadın, erken geldiğimi söyledi. Ne yapayım uyku tutmamıştı. Onu göreceğim her günün akşamı içimi delice bir heyecan kaplardı. Saman sarısı güzel dümdüz saçları, ela küçücük gözleri ve şirin mi şirin kepçe kulakları olan harika bir varlıktı. Ona her baktığımda gerçek olup olmadığını sorgular gibi kaşlarımı çatıyordum. Masal diyarından çıkıp gelmiş gibiydi. Narin, sevecen ve sessiz bir çocuktu. Akif ile ben gibi sessiz… Kimi zaman dakikalarca konuşmadan bakışır yine de anlaşırdık. Kelimelere değil hislere ihtiyacımız vardı. Bu bize yetiyordu. Yanına gitmek istediğimi birkaç kez söyledim. Kadın biraz bıkkınlıkla biraz da mahcubiyetle beni normalde girilmeyen yatakhane bölümüne götürdü. Bilirsiniz en katı kurallar dahi yeri geldiğinde esnetilmeye müsaittir. Yurt adına yaptığımız katkıları görmezden gelemedi sanırım. Yatakhanede mışıl mışıl uyuyan çocukları geçip o çok sevdiğim masal oğlanının yanına geldim. Usulca yatağının ucuna oturdum.

      Bundan birkaç yıl önce Akif ile çocuğumuz olsun istedik. Sonra zaten doğar doğmaz şanslı olacak bir çocuk yerine hayatı daha zor olan bir çocuğu seçtik. Aslında bu karardan sonra bile çocuk sahibi olmak benim için son derece korkunçtu ama onun sayesinde bu süreci atlattım. O, dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en naif çocuk bu yüzden ona alışmak çok kolay oldu. O, büyük bir şanstı bizim için. Tabii çevreden o kadar çok tepki aldık ki anlatamam. Kendi kanımızdan bir çocuğa sahip olmak varken neden ‘öteki’ olan bir çocuk istemiştik? Başımızın zoru neydi de elin çocuğunu evlat ediniyorduk? Değer miydi hiç? Bu ve bunun benzeri pek çok sinir bozucu ve kırıcı ithama maruz kaldık. Yalnız karar vermiştik bir kere yolumuzdan dönmek yoktu. Onunla hikâyemiz böyle başlamıştı işte. Elbette başta birbirimize alışamadık. Hatta bu durum beni korkuttu. Hep böyle olursa mahvolurum dedim. Çok şükür yavaş yavaş kaynaştık. Bana anne derse mutlu olacağımı yine de istediğini söylemekte özgür olduğunu söyledim. O günden sonra ara sıra bana anne demeye başladı. Dünyalar benim oldu. Şimdi de onun yanında olmak beni fevkalade mutlu ediyordu.

      Üzerini iyice örttüm. O sırada minicik kalbinin atışlarını hissettim. Telaşsız, tatlı tatlı atıyordu. Geçenlerde anneler gününde bana bir kart hazırlamış. Kartta şöyle yazıyordu: ‘Çiçeğim, böceğim biricik anneciğim anneler günün kutlu olsun.’ Kartı okuyunca duygulanıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Akif ağladığımı görünce endişelenip hemen kartı elimden aldı. Okuyunca onun da gözleri doldu. Sık sık yaptığımız gibi sessizce yan yana oturduk. Ben bunları düşünürken o irkilerek uyandı. Onu sarmalayıp güvende olduğunu fısıldadım. ‘Sedye…’ dedi. Yetkililer ağır bir travma geçirdiğini söylemişlerdi. O yüzden hassas bir çocuktu. Ailesini trafik kazasında kaybetmiş. Ne yazık ki olanları hatırlayabilecek yaştaymış. Kalbinin üzerindeki elimi gördü. ‘Kalbim nerede?’ diye sordu heyecanla. ‘Kalbin avucumda…’ dedim. ‘Neden aldın onu?’ dedi. ‘Sadece öpmek istemiştim. Yerine koyuyorum şimdi.’ dedim. Onay verdi. Kucağıma iyice yerleşti. Tekrar göz kapakları ağırlaştı.


12 Eylül 2021 Pazar

BENLİĞE İHANET


 

BENLİĞE İHANET

      Delice yazmak isteyen ruhumu her görmezden geldiğimde… Kulaklarımda yalnızca tek bir dize: Kendine ihanet etme. Çünkü en çok da ben yazmalıyım. Ben bu soluk benizli hasta, kumaşı eprimiş eski ruhumun iniltilerini dışa vurmadıkça ziyandayım. Karanlık olduğu kadar köhne olan zihnimin zindanlarındayım. Çıkış yok, ışık yok. Bilen yok sorsan. Boyuna bir buhran… Ne cellât var doğru dürüst ne azat; ne büsbütün ölmek ne de kanlı canlı dirilmek. İşte benim de tek yaptığım arafta öylece dikilmek.

      Yazmak… Yazmak… Yazmak… İster usulca acelesiz ister savurganca ahenksiz… Ruha özgürlüğü tattırmak bu kadar basit işte… Özgürlük benim değil. Hiç olmadı. Ama tadına bir kere vardım. Müptelası olarak kaldım.

      Yazmam gerek. İki elim kanda olsa bile dur durak demeden… Ben buyum. Özüme yazarak dönüyorum. Benim için yazmak tekinsiz bir yolculuk. Yine de yüreğimde bırakmıyor burukluk. Ve bazen nereye varacağını bilmeden yazıyorum. Bu sayede bir an için unutuyorum etten kemikten olduğumu. ‘Bunun nesi hoş şimdi?’ demeyin. Aksine memnunum bundan. Düşünsenize ruhum kilitlerini açıyor kafesimin. Kendime en fazla bu kadar yardım edebilirim. Ama genelde kâfi gelir.

      Dertler, başıbozuk bir düğüm boğazımızda… Dertler, böğrümüze oturan koca bir öküz aynı zamanda… Dertler, acı acı yankılanan yardım çığlıklarımız… Ne düğüm çözülecek ne öküz kalkacak ne de çığlıklarımız duyulacak. O yüzden yazalım. Tek devamız şüphesiz soluksuz yazmaktır. Ben ve benim gibi perişan ruhların yazmaktan başka tutunacak dalı kalmamıştır. Yazdıkça yaşarım, yazdıkça yaşatırım. Artık içimdeki karanlıkla uğraşmayı bıraktım. Her canım sıkıldığında onu eşmeyi bıraktım. O var. Önceden de vardı. Sonra da var olacak.     

      Benim açımdan tüm bu dertlerimin yegâne devası yazıdır. Yazarak korkuyla yüzleşirim. Yazarak ümitlerimi yeşertirim. Yazı benim için hem süresiz bir savaş hem bitmeyen bir barış. Hapsolmuş fikirlerime sunulan bütün olanaklar yazıdadır. Böyle zamanlarda yazarken akla karanın ayırdına varmak değildir hedefim. Yalnızca kaptırdığım gibi yazmak… Dolup dolup taşmak…

      Yazdığınız takdirde ne kalem karışır size ne kâğıt. Yalnızca masumca beklerler. Surat asmazlar, burun kıvırmazlar, kulak tıkamazlar. Kendilerini size teslim ederler. Zehrinizi akıtmanızı sakin sakin izlerler. Sizi yargılamaya hiç niyetleri yoktur. Ne yazarsanız yazın umurlarında değildir sanki. Belirli bir sınır da yoktur, geçmemeniz gereken kırmızı çizgiler de. Hayaliniz el verdiğince yazar, kalbiniz izin verdiğince huzurla dolarsınız.

      Peki, ya yazı olmasaydı nasıl olurdu? Ne bahtsız bir vaziyette olurdum o vakit. Beni sessiz sedasız dinleyen, ne yaptığıma ehemmiyet vermeyen sayfalar olmasaydı. Ya o küçük güzel harfler. Yer yer yuvarlak yer yer keskin kenarlı o şirin mi şirin harfler olmasaydı. O zaman halim haraptı işte. Buna da şükür.

      Ve ben hala erteliyorum yazmayı. Şaka gibi! Gökyüzünü görmeyi erteleyen bir mahkûm gibi… Herkes arkadan bıçaklandığı için hayıflanıp durur. İhanete uğradığından dem vurur. Ama aslında  en kötü hıyanet, benliğe ihanet…