12 Eylül 2021 Pazar

BENLİĞE İHANET


 

BENLİĞE İHANET

      Delice yazmak isteyen ruhumu her görmezden geldiğimde… Kulaklarımda yalnızca tek bir dize: Kendine ihanet etme. Çünkü en çok da ben yazmalıyım. Ben bu soluk benizli hasta, kumaşı eprimiş eski ruhumun iniltilerini dışa vurmadıkça ziyandayım. Karanlık olduğu kadar köhne olan zihnimin zindanlarındayım. Çıkış yok, ışık yok. Bilen yok sorsan. Boyuna bir buhran… Ne cellât var doğru dürüst ne azat; ne büsbütün ölmek ne de kanlı canlı dirilmek. İşte benim de tek yaptığım arafta öylece dikilmek.

      Yazmak… Yazmak… Yazmak… İster usulca acelesiz ister savurganca ahenksiz… Ruha özgürlüğü tattırmak bu kadar basit işte… Özgürlük benim değil. Hiç olmadı. Ama tadına bir kere vardım. Müptelası olarak kaldım.

      Yazmam gerek. İki elim kanda olsa bile dur durak demeden… Ben buyum. Özüme yazarak dönüyorum. Benim için yazmak tekinsiz bir yolculuk. Yine de yüreğimde bırakmıyor burukluk. Ve bazen nereye varacağını bilmeden yazıyorum. Bu sayede bir an için unutuyorum etten kemikten olduğumu. ‘Bunun nesi hoş şimdi?’ demeyin. Aksine memnunum bundan. Düşünsenize ruhum kilitlerini açıyor kafesimin. Kendime en fazla bu kadar yardım edebilirim. Ama genelde kâfi gelir.

      Dertler, başıbozuk bir düğüm boğazımızda… Dertler, böğrümüze oturan koca bir öküz aynı zamanda… Dertler, acı acı yankılanan yardım çığlıklarımız… Ne düğüm çözülecek ne öküz kalkacak ne de çığlıklarımız duyulacak. O yüzden yazalım. Tek devamız şüphesiz soluksuz yazmaktır. Ben ve benim gibi perişan ruhların yazmaktan başka tutunacak dalı kalmamıştır. Yazdıkça yaşarım, yazdıkça yaşatırım. Artık içimdeki karanlıkla uğraşmayı bıraktım. Her canım sıkıldığında onu eşmeyi bıraktım. O var. Önceden de vardı. Sonra da var olacak.     

      Benim açımdan tüm bu dertlerimin yegâne devası yazıdır. Yazarak korkuyla yüzleşirim. Yazarak ümitlerimi yeşertirim. Yazı benim için hem süresiz bir savaş hem bitmeyen bir barış. Hapsolmuş fikirlerime sunulan bütün olanaklar yazıdadır. Böyle zamanlarda yazarken akla karanın ayırdına varmak değildir hedefim. Yalnızca kaptırdığım gibi yazmak… Dolup dolup taşmak…

      Yazdığınız takdirde ne kalem karışır size ne kâğıt. Yalnızca masumca beklerler. Surat asmazlar, burun kıvırmazlar, kulak tıkamazlar. Kendilerini size teslim ederler. Zehrinizi akıtmanızı sakin sakin izlerler. Sizi yargılamaya hiç niyetleri yoktur. Ne yazarsanız yazın umurlarında değildir sanki. Belirli bir sınır da yoktur, geçmemeniz gereken kırmızı çizgiler de. Hayaliniz el verdiğince yazar, kalbiniz izin verdiğince huzurla dolarsınız.

      Peki, ya yazı olmasaydı nasıl olurdu? Ne bahtsız bir vaziyette olurdum o vakit. Beni sessiz sedasız dinleyen, ne yaptığıma ehemmiyet vermeyen sayfalar olmasaydı. Ya o küçük güzel harfler. Yer yer yuvarlak yer yer keskin kenarlı o şirin mi şirin harfler olmasaydı. O zaman halim haraptı işte. Buna da şükür.

      Ve ben hala erteliyorum yazmayı. Şaka gibi! Gökyüzünü görmeyi erteleyen bir mahkûm gibi… Herkes arkadan bıçaklandığı için hayıflanıp durur. İhanete uğradığından dem vurur. Ama aslında  en kötü hıyanet, benliğe ihanet…

22 Ağustos 2021 Pazar

BİZİM İÇİN ÖL

 


BÖLÜM 6

Karmen’in yersiz özgüveni sinirimi bozmaya başlamıştı. Karşımda gayet sakin ve dimdik oturuyordu. Yolu boş gözlerle izliyordu. Heyecanlı değildi, korkmuyordu. Yine de benimle göz teması kurmuyordu. Söylediğim gibi kararlarının sorgulanmasını hiç sevmez, konu ne olursa olsun. Bu esnada da siyah transporter varacağımız noktaya oldukça yaklaşmıştı. Bu kadının bazen demirden yapıldığına inanıyordum. Yer yer tamamen duygusuz, çelik gibi sinirleri olan birine dönüşüyordu. Böyle zamanlarda onun ne hissettiğini ya da ne düşündüğünü bilmek imkânsızlaşır. Çünkü savaş zırhını giydikten sonra duygularını sadece savaş meydanında belli eder. Umarım bir planı vardır. Hatta birden fazla olsa çok daha iyi olur. Çünkü ben bu sefer önlem almaktan başka bir şey yapmadım.

Şimdi sinirim biraz yatıştı. Şu an içimde korku filizleniyor. Ya Karmen’e bir şey yaparlarsa… O zaman beyinlerini dağıtmak zorunda kalırım. Karmen’de ben de onun sinirlerinin benden daha sağlam olduğunu biliyoruz. Stresli anlarda mantıklı düşünmeyi zamanla ondan öğrendim desem yeridir. Eğer Karmen’in kılına zarar gelirse o örgüt bozuntusunun kökünü kazırım. Son bir üye kalmayana dek her birini çekinmeden öldürürüm. Hem de bunu büyük bir zevkle yaparım. Karmen meselesi başka… O benim kırmızı, parlak çizgim.

Yol boyunca tek kelime etmeden gideceğimiz yere ulaştık. Arabadan indik. Burası bir mafya inine benzemiyordu. Gayet göz önünde, şatafatlı bir oteldi. Pek çoğuyla yüz göz olsam da örgüt deyince hala aklıma başıboş hangarlar, metruk binalar ve sefillik geliyor. Ama 21. yüzyıldayız hepimiz paraya ve konfora takıntılıyız galiba. Onca kara paradan sonra sadece kaçık olanlar,  rutubetli gerçekten kötücül ruhlu bir yerde yaşar herhalde. Ya da fazla hayalperestler ve romantikler… Otel tamamıyla onlara aitti. Basit, seviyesiz ve ölçüsüz tüm bu insanlar bu müthiş zenginlikle uyuşmuyordu. Şans eseri oraya yolları düşmüş birkaç serseri gibiydiler. Kapıda izbandut herifler, lobide racona uygun karşılama ve hat safhada hödüklük… Havada bariz görünmeyen ince bir duman tabakası vardı. Karmen ile danışmaya doğru ilerledik. Herkes bizi gözleriyle takip etti. Neyse ki az sonra dikkatleri dağıldı ve bön bön bakmaktan vazgeçtiler. İçerisi altın varaklı süslemelerle doluydu. Saray tarzı dev geniş rahat görünmeyen ve gözümü acıtacak kadar parlak koltuklar sağa koyulmuştu. Görgüsüzce seçilmiş dev televizyon bile aralarında minicik kalmıştı. Bekleme alanında maç izleyen birkaç herif vardı. Ellerindeki purolar tabloyu tamamlıyordu. Fakat her biri maçtan kopmuştu. Gol olduğunda sadece spikerin cırtlak sesini duyabiliyordunuz.

‘Hayrola kime baktınız birader?’ dedi lobideki andaval adam. Karmen benim konuşmama fırsat vermeden usulca cevap verdi. ‘Biz Yakut’la görüşmek istiyoruz. Kızıl Yakut’la…’ dedi. Adam gözlerini devirdi, elini çenesine koydu. ‘Bana bak kaç kişi onunla görüşmek istiyor haberin var mı? Hadi bir tatsızlık çıkmadan uzayın buradan. Üstünüz kirlenmesin sonra.’ dedi. Dişlerimi sıktım. ‘Bana bak lan! Ortağımla düzgün konuşacaksın önce. Sonra paşa paşa şu Allah’ın cezası herife burada olduğumuzu söyleyeceksin. Yoksa bir güzel kirletirim üstünü kendi kanınla.’ dedim.  Alın size stres yönetimi, yine müthişim. Birden serseriler puroları bırakıp bana baktı. Herkes ufak ufak tişörtünü sıyırıyordu. Evet, ölüm fermanımı imzalamış gibi hissettim. Biri ‘ Ne oluyor abi bir durum mu var?’ dedi. Adam hallediyorum kardeşim gibi bir şey söyledi. Ucuz yırtmıştık yine. Göz ucuyla Karmen’e baktım gözleri alev alevdi. Çok kızmıştı bana ama beklenmeyen şekilde sıkılmış gibi esnedi. ‘Eğer birbirinizin üstünü kirletmek istiyorsanız alın size fırsat. Benim böyle bir niyetim yok. Kavga etmek istiyorsanız sizi kendi halinize bırakıp şuraya oturacağım. Ama eğer Karmen geldi dersen bunların hiçbirine gerek kalmaz. Orada bekliyor olacağım.’ dedi. Biz bu şekilde davrandığımız için birbirimizi suçlar gibi bakıştık. İt herifin sebep olduğu şeylere bak. Karmen’in ardından gittim. ‘Affedersin kendime hâkim olamadım. Özür dilerim.’ dedim. ‘Henüz batırmadın ama batırmaya çok yaklaştın Sarp. Buraya geldiğim gibi tek parça çıkmak istiyorum. Anlıyor musun?’ dedi. ‘Peki, senin yolundan halledelim. Bir daha ağzımı açarsam ne olayım?’dedim. Karmen bir şey söylemedi.

Çok geçmeden kocaman bir adam bize buluşacağımız herifin odasına kadar eşlik etmeye başladı. Upuzun bir koridorda yürüyorduk. Koridor loştu. Sanırım lavanta tarzı bir şey kokuyordu. Kırmızı ve kahverengi tonlarında sıkıcı bir koridordu. Önümüzdeki adam o kadar iriydi ki neredeyse koridorun hepsini doldurmuştu. Buradan dedi. İşlemeli ahşap bir kapıyı açtı ve eliyle içeri girmemizi işaret etti. Kapıya hayran kaldım. Siyah ya da siyaha yakın bir rengi vardı. Üzerine iki büyük çınar işlenmişti. Ve çınarların yaprakları küçük kırmızı taşlarla kaplanmıştı: Yakutla. Bu muhteşem kapıdan sonra merakım bir kat daha arttı. Karmen ile beraber içeriye girdik. Ve hiç beklemediğimiz bir manzarayla karşılaştık.

DEVAM EDECEK

15 Ağustos 2021 Pazar

MASAL MASAL İÇİNDE

 


MASAL 

      Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken bir masal ormanı varmış. Bu ormanda bütün hayvanlar bir arada yaşarmış. Bir de padişahları aslan varmış. Kötü huylu, uslanmaz, bencil, kendini beğenmiş aslanın tekiymiş. Heybetli desen değilmiş. İşinin ehli desen değilmiş. Ama az uyanık da değilmiş. Ne vakit tahtı sallansa kurdu kuşa düşürür. Sefasını sürermiş. Padişahın vezirleri de varmış. Vezirler padişaha sürekli hürmette bulunurmuş. Bir dediğini iki etmezlermiş. Çünkü padişahın onları eli boş bırakmayacağını bilirlermiş. Ne kadar boyun eğerlerse ne kadar padişahım çok yaşa derlerse o kadar ödüle layık olurlarmış. Sarayda odaları hazır edilir, köşkler ve bahçeler kendilerine tahsis edilirmiş. Cepleri o şekilde altın keseleriyle dolar, karınları böylece tıka basa doyarmış. Vezirlik görevini üstlenen dört tane hayvan varmış. Bunlar yılan, çakal, eşek ve öküzmüş. Masal ormanının kendine ait bir de meclisi varmış. Bu meclis halktan seçilen hayvanlardan oluşurmuş. İşte bu hayvanlar aslanın gücünü eleştirebilen tek toplulukmuş. Buna rağmen aslan onlarla dalga geçer, değersiz olduklarını her fırsatta yüzlerine vururmuş. Aslan orman halkından da kimsenin kendi hakkında kötü konuşmasını hazmedemezmiş. Onu kötüleyenleri bulur ya zindana atarmış ya da sürgüne gönderirmiş. 

     Gel zaman git zaman hayvanlar çok korkar olmuşlar. Attıkları her adıma, söyledikleri her söze dikkat ederlermiş. Dert yanmak yasakmış. Aç kalmak yasakmış. İşsiz kalmak yasakmış. Bir köşede ağlamak serbestmiş ama onu da kimsenin görmemesi gerekiyormuş. Yoksa padişah onları en ağır biçimde cezalandırırmış. Biri, o merhametten nasibini almamış aslanın eline düşmeye görsün hali harapmış. Aslan tüm bu asabiliğine ek olarak oburun tekiymiş üstelik. Gözü doymak nedir bilmezmiş. Hep daha çok istermiş. Yetmezmiş bir türlü. Başlangıçta yavaş yavaş ağaçları kestirmiş. Ağaç işte diyormuş olsa ne olur olmasa ne olur.Yeni yuvalar yapacağım deyip hayvanları zaten kendi yuvaları olan yerden ötelere sürmüş. Sonra yaptırdığı yuvaları sahiplerine geri satmış. Zengin olmuş. Hazinesi dolmuş, taşmış. Benim zenginliğim bizim zenginliğimiz demiş. Ama paylaşmaya hiç yanaşmamış. Ben yoksam, siz yoksunuz. Ben yoksam, siz bir hiçsiniz demiş durmuş. Hayvanlar inanmış. Gelmesin aman derken gitmesin aman demeye başlamışlar. Aslan kendine verilen desteği görmüş. Kendi kendine düşünmüş. Ben en iyisi devam edeyim yaptığım şeylere bana güveniyorlar nasıl olsa demiş. 

     Bir gün vezirler halka haber vermiş. Padişah ormandaki meydanda açıklama yapacakmış. Herkes merak edip meydana gitmiş. Aslan dev pençesini kaldırıp işaret etmiş. 'Oraya bir köprü yapacağım ben.' demiş. Koyunlar 'Yaşa!' demiş. Tilki bakmış bakmış ne çay ne ırmak görmüş. Söz istemiş. 'Pek değerli efendiler efendisi padişahım kusura bakmayın da ben oraya neden köprü yapılacağını anlayamadım, affedin.' Aslan normal demiş. 'Ben ormanların kralı, halkımın padişahı aslan ya sen kimsin? Serseri tilkinin tekisin karışma işime yıkıl karşımdan, elbet bir bildiğim var köprüyü yapalım da altından geçecek su bulunur demiş.' 

      Köprünün inşaatı bittiğinde günler, haftalar, aylar geçmiş. Ama köprünün ne üstünden geçen varmış ne de altından akan. Vezirler şikayetler üzerine apar topar padişahın huzuruna çıkmış. 'Pek yüce efendimiz durum vahim, halk ne diye işe yaramaz bir köprü yaptınız diyor' demişler. Bunun üzerine aslan kükreyerek 'O zaman bundan böyle her hayvan her gün köprüden bir kez geçecek. Ondan sonra da altına bir kova su dökecek. İşte görsünler altından su geçen köprüyü' demiş. Vezirler hemen denileni uygulamaya sokmuş. Zavallı hayvanlar boyunlarını büküp emri yerine getirmişler. İşin kötüsü kovalarını tek su kaynakları olan küçücük bir gölden dolduruyorlarmış. Göl suyu en sonunda kurumuş. Başlamışlar ağlamaya. Bundan sonra en yakın su kaynağı olan karşı dağa gitmeleri gerekecekmiş.           

      Vezirler hemen koşmuş padişaha yetişmiş. 'Efendim efendim ormandaki göl kurudu ne yapalım?' demişler. Aslan karşı dağdan taşıtın demiş. Orman yangınları için hazırda bekleyen filleri bu sefer su taşımakla görevlendirmiş. Taşımışlar. Bu boşluğu fırsat bilen aslan yeni görevliler için kolları sıvamış. Önce hemen bir ferman yayınlamış. Göreve talip olanlar içinden en uçuk teklif vereni seçmiş. Vezirler bu sırada keyifle ellerini ovuşturmuş. Olan bitene kimse akıl sır erdirememiş.

      Saraydaki hizmetçiler bir gün bahçede aslanla tilkinin beraber yürüdüğünü görmüş buna da kimse bir anlam verememiş. Her alakasız ayrıntı gibi bu da unutulmuş gitmiş. Birkaç dakika geçmeden herkes gördüğü bu kareyi unutmuş.

    Vezirler yine gelmiş. Aslan yine ne var demiş. 'Çok yüce efendimiz, pek yüce efendimiz yardım edin orman yanıyor demişler.' Aslan durmuş, düşünmüş. 'Yeni görevliler işinin başında değil mi?' diye sormuş. Vezirler cevap vermiş 'Saygıdeğer padişahım elbette görevlerinin başındalar ama yetmiyor her yer yanıyor. Ne yapacağız?' Aslan 'Kaç filimiz vardı bizim demiş.' 7 demiş vezirler. Pekala, onları saklayın. 'İyi de nasıl yardım ederiz o zaman?' demiş vezirler. Etmeyiz olur biter yok deriz, hastalar deriz demiş aslan siz dediğimi yapın. Vezirler gitmişler. Her şeyin kontrol altında olduğuna dair demeç vermişler halka. Yanan yanmış, kalan kalmış. Herkes kaderine terk edilmiş. 

      Her şey bittikten sonra aslan ve güruhu olay yerine gelmiş. Aslan hazırladığı fermanı çıkarıp vezirlere uzatmış. Vezirler şunu okumuş 'Yok olan yuvaları yeniden yapmak ya da yapmamak tümüyle ben değerli padişahınızın kararına bağlıdır. Ben istersem tüm bu ağaçların yerine çok daha yararlı şeyler dikebilirim.'

      Gökten üç elma düştü; biri bana, biri okuyanlara, diğeri de bütün iyi insanlara olsun.”

KOCAMAN BİR NOT: “Masal başında yer alan

tekerlemeler, masalın muhtevasına inanılmaması için uyarı anlamında söylenirken,

anlatılanların gerçek değil, eğlendirmek ve ibret dersi vermek için uydurulmuş şeyler

olduğunu ifade eden ‘giriş klişeleri’ niteliği taşırlar.” 

Not alıntıdır.

  

27 Temmuz 2021 Salı

UN UFAK ET(ME)

 


UN UFAK ET(ME)

      Evet, bazen etrafımdaki orta yaşlı ve yaşlı insanların telkinleri bana çok ağır geliyor. Kendi istedikleri şeyi, kendi istedikleri biçimde yapmam konusunda epey takıntılılar.Tabii bu şekilde davranarak benim kararlarımı değersizleştirmiş oluyorlar. Bunun farkındalar mı bilmiyorum? Bu da beni çileden çıkarmaya yetiyor. Çoğu zaman bu duruma sinirleniyorum. Şüphesiz durup mantıklı düşünemesem onların yıpranmış kırılgan kalplerini kırmaktan hiç çekinmem. Ama genelde kendime hakim olmayı beceriyorum. Yine de bunun kolay olduğunu söyleyemem. Bam telime bastıklarında onları alaşağı etmek için elimden ne geliyorsa yapmak istiyorum. Kokuşmuş, eskimiş, işe yaramaz fikirlerinin saçmalığını öylece yüzlerine vurmak... Ya da sadece susarak renkten renge nasıl girdiklerini seyre dalmak... Veya hatalarının barizliğiyle onları un ufak etmek... 

      Hayır, ben canavar değilim. Belki bir parça öfkeliyim o kadar. Bizi anlamanızı beklemiyorum sizden. Bu büyük bir haksızlık olurdu. Zira bambaşka devirlerin aynı zaman dilimine sıkışmış çağdaşlarıyız. Anlamasanız bile dinleyin. Hatta anlamak istemeseniz bile kulak verin. Hepimiz var olmaya çalışıyoruz. Hiçbirimizin ruhu ötekine göre ehemmiyetsiz değil. Ben sizi kabullendim. Neden siz de önceliği kabullenmeye vermiyorsunuz? Zamanı kaynağı sonsuz bir çeşme gibi harcamamıza göz yumun. Çünkü genciz. Hala çok zamanımız olduğuna inanıyoruz. Belki yok. Olabilir. Ama  hala çok zaman olduğuna inanmaktan bizi kim alıkoyabilir? Her anımı faydalı şeylerle doldurursam zamana meydan okuyabilirim. Ama mutlu olur muyum? Bilemedim. Bırakın hata yapalım, dibe vuralım biraz. Deneyimleri deneyimlemeye ne gerek var dersiniz şimdi.Haklılık payınız yok değil ama unutmayın bizim de yaşamamız lazım. Ortaya attığımız çılgın fikirlere burun kıvırmayın. Çünkü onlar günlük alelade bir konu kadar ilgiyi hak ediyor.

Merak etmeyin, bütün gençler de benim gibi değil. İçimizde elbette kuzu gibi olanlar vardır. Rahatça yontulup şekil alacaklar da... İşte maalesef ben onlardan değilim. Ben, bize biçilen rolleri beğenmeyenlerdenim. Kaç yaşında olursak olalım genç işte diye küçümsenmek istemeyenlerdenim. Beni böyle kabul edin.Kuşaklar değiştikçe yetişkinlerin hep aynı tuzağa düştüğünü idrak edin. Kabullenin.

      Anlıyorum ya da en azından anlamaya çalışıyorum sizi. Komik... Çünkü sizin hiç yapmadığınız gibi... En yenilikçi, en ileri görüşlü, en okuryazar olanınız bile bizi anlamaktan mahrum. Yazık... Bu içten içe üzüyor beni. İletişimsizliğimizin bir çaresi olsun isterdim. Oysa insan hep aynı hastalıktan muzdarip. Bu durum artık genlerimize işlenmiş kalıtsal bir rahatsızlık...

      Ama her şeye rağmen saygı görmeyi hak ettiğinize inanıyorum. Ne de olsa dünyada onca vakit geçirmek kolay iş değil. Üstelik belki de bunca zaman istemediğiniz bir hayatı yaşadınız. Sevmediğiniz bir işte, sevmediğiniz bir evde ve belki sevmediğiniz biriyle zaman öldürüp durdunuz. Bir Allah'ın günü yüzünüz gülmedi. Talih denen şey kapınızı hiç çalmadı. Feleğin çemberinden geçerken mutluluk nedir asla bilemediniz.Toplum sizi öyle sindirdi ki kendiniz olmaktan korkar oldunuz. Kim bilir? Belki hepsi doğrudur. 

Bu nedenle size ne kadar kızsam da sanki asıl muhatabım başkasıymış gibi geliyor. Siz değil, sizin dedeleriniz değil çok daha köklü bir yanlış... Öfke işte böyle bir idrak edişten sonra son derece bayağı ve yersiz görünüyor gözüme. Ne anlamı var kendimi yok yere paralamamın diyorum. 

Sizden ricam bizi anlamayınca yalnızca kendi düşüncenizin doğru olduğu konusunda inat etmeyin. Biz de her insan gibi gerçek bir saygıyı arzuluyoruz. Ciddiye alınmak, önemsenmek istiyoruz. Sayfalarca dur durak dinlemeden yazabilirim. Ama buna ne yüreğim dayanır ne de ellerim. 

Kuşkusuz bunu layığıyla yapan yetişkinler de vardır. Onlara

duyurulur. Sözüm meclisten dışarı efendim.


18 Temmuz 2021 Pazar

MUTSUZLUK BİR SEÇİM

 




NALLARIM EKSİK

      Hayat sanki durdu. Kulaklarımda keskin, tiz bir çınlama var. Çınlamanın bitiminde de derin bir uğultu başladı şimdi. Günün en sevdiğim saatleri de pek bir şey ifade etmiyor artık. Günlerim ne siyah ne beyaz yalnızca renksiz. Her türlü aşırılıktan uzak hayatımı canlandırmak için içimde bekleyen kıpırtılar bile yok içimde. Oysa her zaman biraz olurdu. Akıl sır erdiremediğim benliğim beni yiyip bitirmeden önce yavaş yavaş varlığımı kavradım. Alnımdan başlayarak çeneme doğru süzülen küçük tuzlu damlalar hissettim. Her biri kendine farklı güzergahlar seçmişti. Ve nalların sesini duydum. Pistin kum tabanını tüm asaletiyle dövüp tırıs giden bir at... Hep bunu istemiştim, bir at antrenörü olmayı. Atla seyir halindeyken yelelerinin dağılışını görmeyi, kısa tüylerini kaşağılayıp parlatmayı, ahırını temizleyip ona titizlikle bakmayı, ellerimle besleyip özel bağlar kurmayı... Fakat  geriye dönüp baktığımda mutlu olamadığımı görüyorum. İnsan en çok istediği şeye kavuştuğunda nedense benliğini bir huzursuzluk kaplıyormuş. En azından bende öyle oldu. Atım bu rahatsız edici düşünceleri hissetmiş olacak ki huysuzlandı. Dizginleri biraz çektim. Sıkıntılı ruh halime geri döndüm. Hem şu an atın üzerindeydim. En çok olmak istediğim yerde... Yine de bir şeyler son derece eksikti. Çünkü hala tatmin olamamıştım. Kafamdaki düşünceleri rafa kaldırdım. Atımı pistten çıkarıp üzerinden indim. Beraber ahırlara doğru yola koyulduk. Onun bugünkü performansı gayet iyiydi. Gelecek hafta yapılacak yarışlara oldukça hazırdı. Veterinerle görüşüp birkaç prosedürü hallettik mi her şey tamamdı. Yolda bir iki arkadaşımı gördüm. Onlara dalgınca selam verdim. Sonunda ahıra gelmiştik. Bugün sanki müthiş bir angaryaydı benim için bir an önce her şeyden kurtulmak istiyordum. Hayvanın genel sağlık durumuyla ilgili rutinleri yerine getirdim. Yem ve su verdim. 

      Birkaç parça eşyamı alıp eve doğru yola koyuldum. Yolda yine düşünmeye başladım. Hiçbir zaman başkaları gibi dar ofislerde çalışmaya mahkum olmadım. Bir tomar kağıtla birlikte uzun loş koridorlarda da heba olmadım. Benim iş yerim haralar, hipodromlar, çiftlikler ve ahırlar. Bu alanlarda oldum olası temiz hava ve bol güneşle çalıştım. Alabildiğine yeşillik de cabası tabii... Elbette harika olmayan yanları da yok değil. Mesela kötü kokularla iç içe olabiliyorsunuz bazen. Yine de ben bu kısma epey alıştım. Hayal ettiğim şeye kavuşmak neden böyle hissettiriyor o zaman? Bilmiyorum. Artık soru sormaya bile korkar oldum. Çünkü cevaplar yerine başka sorular buluyorum. Bu sabah yine bunları düşünürken garip bir şeyler oldu. Kendimi görünmez devasa bir kafesin içine hapsolmuş hissettim. Ben içinden çıkmayı arzu ettikçe bu giderek imkansızlaştı sanki. Bunları kafamda tekrar tekrar evirip çevirdim. Bu esnada iki durak kaçırmışım. İndikten sonra yürürken yine aynı düşünceler kafamı kurcalıyordu. Evime gittim. Kapının önünde durdum. Evim tek huzurlu sığınak gibi görünmüştü bana. İçeride kimse yoktu. Hep olduğu gibi rahatlatıcı bir sessizlik vardı sadece. Anahtarımı çıkardım. Açmadan biraz bekledim. İçeride birilerinin olmadığına şükredip eve girdim. Evim beni halinden memnun bir yalnızlıkla karşıladı. Kapıyı kapatacakken önümdeki boy aynasına göz attım. Evdeki tek ayna buydu. Annemin zoruyla asmıştım. Üzerine örttüğüm örtüye rağmen ürperdim. Aynalar ne de korkunç şeyler öyle...   Daima gerçeği söylerler. Bunu engelleyemez, bunun önüne geçemezsiniz. Aynanın yanına gittim. Derin bir soluk aldım ve örtüyü indirdim. Gerekmedikçe ayna kullanmam aslında. Ama içimden bir ses bunu yapmamı söyledi. Ben de yaptım. Sonuç korkunçtu. Ne mağrur ne vakur... Ne kızgın ne üzgün hiçbiri değildi. Sadece tükenmişe benziyordum. Her an silinip gidecekmişim  ve  benden geriye hiçbir şey kalmayacakmış gibi... Yıllarca yarışları kazanmaya uğraşıp kazanamadan ölen bir ata benzettim kendimi. Bakıcılarını, antrenörünü, jokeyini ve sahibini hüsrana uğratmış bir ata... Hatta belki daha kötüsü yılkılık olarak salınmış, kendinden ümit kesilmiş bir ata... Yelelerim yer yer dökülmüş. Dökülmeyenler ıslanıp birbirine yapışmış, zamanla keçeleşmiş. Tüylerim farklı uzunlukta, karman çorman, bakımsız... Kaşağı desen hiç yok. Ha bir de nallarım eksik...


6 Temmuz 2021 Salı

KELİME OYUNU 32

 

Güzellik bir illüzyon
  

KELİME OYUNU 32

Beş kelime ile öykü, şiir, deneme benzeri yazı yazma etkinliği devam ediyor. İsteyen herkes katılabilir, beş kelime de verebilir. Haftanın kelimeleri bu sefer benden:

Enfeksiyon /Park/ Korku/ Makyaj/ Salıncak 

ILKA BRUHL

      Hayatım boyunca güzelliğin gerçek tanımın ne olduğunu düşünüp durdum. İdeal ölçülerde bir vücut yapısı, uzun bacaklar, ince beller, sıkı karınlar gibi pek çok insanın kabul ettiği güzellik ölçütlerini kafamda çevirip durdum. Yüz güzelliğinde kabullenilen biçimleri de düşündüm. Dolgun dudaklar, çıkık elmacık kemikleri ve kaydırak burunlar… Hepsi oldukça somut görünen kavramlardı. Peki, hiç soyut bir güzelliğe sahip olan kadın fark edilir olabilir miydi? Güzellik pek çok insana göre göreceliydi ve birçoğuna göre de değişmez temeller üzerindeydi. Güzel, en sade tanımına göre güzel hoş bulunan anlamına geliyordu. Ama bu tanım benim için yeterli değildi. Bu soruya cevap bulmalıydım. Ve bu cevap bulma serüveni esnasında başka bir şey buldum. Kendimi... Ektodermal displazi de onca insanın içinden beni bulmuş olabilirdi ama onun sayesinde ben de kendimi bulmuştum. Nasıl mı?

      Bu soruların cevabı benim için önemliydi. Çünkü beş altı yaşımdan itibaren tutkuyla model olmayı diledim. Şapşal peruklar takıp annemin makyaj masası önünde sürüp sürüştürdüm. Sonra anne ve babamı koridora jüri olarak çağırır, podyum saydığım uzun dar koridorda yürüdüm. Küçükken kendimi güzel bulurdum. Yine de okula gidecek yaşa gelene kadar her sokağa çıktığımda insanların garip tepkilerine maruz kalırdım. Neredeyse hiçbirini anlamazdım. Ama bir gün ailecek parka gittik. Beş altı yaşındaki çocuklarda olduğu gibi benim de aşırı bir sosyalleşme isteğim vardı o aralar. Genelde ailemle beraber oynamama rağmen o gün salıncakta tek başına sallanan bir kızı gözüme kestirdim. Onu oyun arkadaşım yapmaya niyetlendim. Annemin elini bırakıp hoplaya zıplaya kızın yanına gitmeye başladım. Annem herhangi bir tepki vermedi. Nereye gittiğimi sormadı. Elimi tutup yakalamaya da çalışmadı. Bazen düşünüyorum acaba o gün elimi hiç bırakmasaydı daha mı iyi olurdu diye. Ben nihayet kızın yanına ulaştığımda küçük sevecen gözleri açıldı açıldı ve resmen yuvalarından fırlayıverdi. Bunun üzerine kaşlarımı hafifçe çattım. Ama sonra yüz ifademi yumuşatıp sevimli olmaya çalıştım. Ne de olsa arkadaş olacaktık. Ama kız benden hızlı davrandı. Ağzından anlaşılmaz birkaç kelime döküldü. Gerisini de kaçırmamak için ona biraz daha yaklaştım. Yüzünü buruşturarak şöyle dedi: ‘Yüzün korkunç görünüyor.’ O ana kadar hep özgüvenli bir çocuk olmuştum. Bunu duyduğumda ilk olarak şaşırdım. Normalde umursamaz davranırdım. Sonuçta parkta daha bir sürü çocuk vardı. Ve üstelik benim suratım hiç de… Her neyse… O an aklıma çirkin suratlı yaratıklar geldi. Kurt adamlar, zombiler ve vampirler… Yüzüm kıllarla mı kaplıydı? Hayır. Çürümüş müydüm? Hayır. Uçlarından kan damlayan sivri dişlerim mi vardı? Hayır. Tamam ama o an için kızın neden öyle dediğini çok merak etmiştim. Beni derinden sarsmış olacak ki bu anıyı tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum.  Çocuklara has bir masumlukla meydan okurcasına sordum: ‘Neden ki?’ Ama içten içe bu kızdan çekinmiştim. Bir daha konuştuğunda yüzünde acımayla karışık bir iğrenme gördüm. Korku ve şaşkınlık silinip gitmişti. Bu ifadeye aşinaydım. Kaldırımda yürürken yabancıların yüzlerinde de aynı ifadeyi defalarca görmüştüm. Ve şimdi kızın vereceği cevap çok daha çekici gelmeye başlamıştı. Kısa bir an düşündü ve sanırım söyleyeceği birkaç kelimeyi yuttu. ‘Gözlerin suratından aşağı kayıyormuş gibi görünüyor. Burnun basık ve dümdüz… Kulakların çok büyük ve dudakların sanki beni yemek istercesine önde… Tepkimi bekledi ama ben bir tepki veremedim. Çünkü kızın bir çırpıda söyledikleri beni derinden etkilemişti. O da devam etti: ‘Bence aynaya ihtiyacın var. Güzel olduğunu da söyleyemem değil mi?’ Bunu ekleyip yanımdan hızlı adımlarla uzaklaştı. Ben kızın ardından bakakalmıştım. Kendimi kırılmış bir porselen gibi hissettim. O sıra annem daha fazla dayanamayıp yanıma geldi. Fakat geç kalmıştı. Küçük kalbim çoktan kırılmıştı işte. Dahası neden bizim evde hiç ayna olmadığını anlamıştım sanırım.

      Normal hayatıma devam ettim. Doktorlar, kontroller, ameliyatlar ve ilaçlar… Cildim ve burnum çok kuru olduğu için her ikisi de sık sık kabuklanırdı. Üstelik bir de burnum kanıyordu. Sizin için son derece kolay olan pek çok şey benim için ufak bir eziyetten farksızdı. Çoğu zaman yemek yemekte zorlanıyordum. Çünkü damağım olması gerekenden yüksekti. Ve dişlerim sanki istedikleri yerde istedikleri yöne doğru çıkmışlardı. Alt ve üst damağımdaki dişlerim yerine düzgün oturmuyor yani dişlerim birbirine kenetlenemiyordu. Bu yüzden ağzımın içinde dilimi nereye koyacağımı bir türlü bilemiyordum. Dilimi nereye koyarsam koyayım birkaçı hep dilime batıyordu. Yediklerimin sindirimi de bir o kadar zor oluyordu. Hastalığımdan dolayı sindirim sistemimdeki mukoza bezlerim yeterli düzeyde gelişmiyordu. Bu nedenle enfeksiyonların baş gösterme olasılığı artıyordu. Gözyaşı kanalım da tıkanıyordu. Tıkandığında yeniden açtırıyorduk. Ama yine tıkanıp kapanıyordu. Yalnızca bir tane gözyaşı kanalım vardı. Bu yüzden diğer gözüm hep sulanmış gibi görünüyordu. Daha ağır vakalarda gözde katarakt da görülebiliyordu. Fakat ben de kornea opasiteleri vardı. Bunlar kornea distrofillerimde kornea dokusu içinde madde birikimi sonucu oluşan lekelerdi. Kulaklarımda da iletim tipi işitme kaybı vardı. Ayrıca solunumda zorluk çekiyordum. Hastalığımın bu kısmı da diğer bozukluklarım gibi ailemin bana bıraktığı genetik mirastan kaldı. Evet, miras olarak herkese pahalı bir ev ya da son model bir spor araba kalmıyor.

      Ben ektodermal displazi hastasıydım hala öyleyim. Hastalığımla mücadele ediyorum. Ama bunları öğrenmeden önce anne ve babamın bana açıklamaya çalışmasını hatırlıyorum. Sonraki yıllarda konuşurkenki ses tınılarını ve mimiklerini defalarca kafamda tekrarlamıştım. Onlar bunları anlatırken hakkımda gerçekten ne hissettiklerini anlamaya çalıştım. Tutarlı ve planlanmış bir konuşmaya benziyordu. Yavaş ve sakince söylenen art arda sözcük dizilerinden oluşan kısa cümleler kurmuşlardı. En sonunda bana zaten hep gerçek duygularla yaklaştıklarını anladım. Bunu görüp anladıktan sonra yılar önce kırılan küçük kalbimi unuttum. Bundan sonra kalbimi kırdırtmayacaktım.

      Beni yetiştiren iki insana baktım. Her ikisi de azimli, inatçı ve hırslıydı. Beni de öyle yetiştirmişlerdi. Ben de küçüklükten beri arzuladığım mankenlik hayalime yöneldim. Tabii yaşım büyüdükçe çeşitli sağlık sorunlarım da büyüdü. Tedavilerim zor bir hal almaya başladı. Ama ben bundan yakınmadım. Her şeye rağmen hala şanslıydım. Normalde bu tarz vakalarda hastalar iki yaşını dolduramıyordu. Ben bu sebeple gördüğüm her sabah ve her akşam için kendimi şanslı sayardım. Zaman zaman çeşitli ajanslarla görüşmeye gidiyordum. Önüme bazen üç dört sayfayı bulan kriterler koyuluyordu. Neredeyse her seferinde bir eksik bulup beni işe almayı reddettiler. Bir gün adını daha önce duymadığım bir ajansa çağrıldım. Bu bana tuhaf gelmişti. Görüşme esnasında öğrendiğime göre tanınan ve çok başvuru alan ajanslardan ret alan kişileri bir daha değerlendiriyorlarmış. Onların dosyalarını bir daha inceleyip birlikte çalışacakları kişilere karar veriyorlarmış. Benim görüştüğüm kadın bana şöyle demişti: ‘Biz diğerlerinin kömür zannettikleri elmasların peşindeyiz.’ Bu da benim yüreğimi okşamıştı. Sonra elime tutuşturdukları kriter kağıdına baktım. Yine bir sürü madde yazılıydı. İçlerinden birkaçını seçebildim. 1) Farklı olmak ve farklı olmaktan korkmamak.  7)Güzellik algısını kendi kendine oluşturabilme yeteneğine sahip olmak.  23)Süregelen her türlü ideal boy, kilo ve ölçü dışında olabilmek.  16)Podyumda kıyafet dışında canlı bir ruh taşıdığını gösterebilmek. Son madde kıkırdamamı sağladı. Ve bundan sonra bu bozukluğun ben ve o var oldukça ruhumu bozmasına izin vermemeye karar verdim. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.

NOT: Sadece hikaye kurgudur.

Güzel

Hisset

Yeter



5 Temmuz 2021 Pazartesi

ÇINLAYAN KAHKAHA


 

                                                                         
                                                                      
                                                                  21.02.2020

      Kanatlı dostum, yoldaşım ve neredeyse tek gerçek arkadaşım sana,

Hatalarımı gördüğün, görüp güldüğün için teşekkür ederim. İçimdekileri duyduğun susarak sövdüğün için teşekkür ederim. Senin her sözün benimkilerin aksine keskince mecazdan uzak... Her biri içlerine düşmek için yalın birer tuzak… Kulaklarımı çınlatarak attığın her kahkaha, benzersiz nameleri çağştırır bana. Alaycı üslubun, ruhumu parçalarken zihnimde yenilmez sezgiler doğurur. Sen sanki beni ebediyen kavramış hakikat pençesisin. Doğru; senin ömrünce alacağın yoldaki tek rotan… Gökyüzünün altındaki milyonlarcasının içinde beni seçtin. Karmaşık benliğim ben ölene dek ikimize de yetsin. Kaosun ahengini istiyorsan işte buldun. Duygularımı nasıl acizce kullandığıma bakıp gül, hem de kahkahalarla. Arada senin gibi bir yırtıcı olmak o gözle bakmak lazım hayata. Öfkemle, kavgamla dalga geç. Ara sıra parçala beni. Belki küllerimden doğarım Anka gibi. Acımadan eleştir, korkusuzca saldır. Zaten ben senden öğrendim kılıç kalkan kuşanmayı. Bilirim üzerimde pek emeğin vardır. Senin her duygun içtendir. Öfken yerinde, alayın kararındadır. Gülmüş olmak için gülmezsin, bize de özenmezsin, çıkar gözetmezsin. İşte bu yüzden pek değerlisin. Kanatların böylece göğü kapatacak kadar heybetli, sesin böylece herkesi susturacak kadar kıymetli ve bakışların böylece bu denli parçalayıcı… Sen yolumun başında ve sonundasın. Hayat gerçek alaylarını daim kılsın.

      Senin tanıdığın ve en sevdiğin kız

Adres: Senin kanatlarının altında ya da yeryüzündeki gölgende bir yerde

BANA DAİR

BİRKAÇ BİR ŞEY

  Ölmek istemek kolay ve ölmek ne yazık ki zor. Tanrının verdiği canı alamam. Gücüm yetmez buna. Ama şayet bir gün yeterse göğüs kafesimi yırtarak açacağım. O içimdeki bütün huzursuz kuşları göğe salacağım.

İnsanlar biyolojik pek çok açıdan kusursuz bir işleyişe sahip. Etten, kemikten, kastan oluşan ve durması gerektiği yere kadar tıkır tıkır işleyen harikulade bir makineyiz. Ama övünemeyeceğimiz bir yanımız var. Damarlardan, organlardan, kaslardan, kemiklerden ve bağ dokulardan oluşan kalın duvarın arkasına gizlediğimiz ruhumuz bu yanımız. Genellikle bizler mükemmel vücutlarımız içinde karanlık ruhlarımızı saklıyoruz. Orada içimizde bir yerlerde her şeyden ve herkesten uzakta korkunç bir karanlığımız var. Ve o randevu vermeksizin gün yüzüne çıkabilir. Bunu bilmek bence biz insanları epey tedirgin ediyor. İçimizde bizden başka bir şey olması düşüncesi bile rahatsız edici. Ama derinlere gömülü bu şey kendini sık sık hatırlatır. Belki de bu istemediğimiz ve yabancı gördüğümüz tarafımız sadece içgüdülerimizden ibarettir. Kim bilir?

Düşünceler ve beraberindeki kelimeler insanları ya deli yapar ya da dahi. Ben delilik yolunda artık adım atmıyorum adeta koşuyorum. Düşünceler bazı kişileri zirvelere taşır. Benim yoğun kokuşmuş fikirlerimse beni mahzenlere kapatır. Her konuda detaylandırılmış bir fikrim vardır benim. Çılgınca memnun olurum bundan. Normal değilim galiba. Hemen sevinmeyin. Siz de değilsiniz. İyi ki korkularım ve kötü huylu arzularım içimde topraklar altında saklı. Onları itinayla gömüp çürümeye bıraktım. Yoksa aman aman süper kahramanlar bile gelse kurtaramaz beni. Siz de en kısa zamanda tehlikeli hislerinizin icabına bakın. Tadımız kaçmasın sonra.

Kimse sevmediği birini düşünme cömertliğini göstermez. Düşünsel kabiliyetler pek çok olguya ev sahibeliği yapar. Bunlar bireysel olabildiği gibi toplumsal; ulusal olabildiği gibi evrensel olabilir. Düşünmenin süreçlerinde bir şahsa, bir nesneye, bir duruma yer verilir. Zihinde yer edinmeye hak kazanan tüm uğraşlar, üzerine düşünülmesi için yeni fırsatlar doğurur. Oradaki fırsatlardan biri olan kişi özeldir. Milyonlarca yıldızın arasında göze çarpandır, nitelikli olandır zihnimizdeki. Bu nedenle kimse sizi onu düşünmeniz için zorlamıyor. Bu rolü siz ona biçtiniz. Bu hususa dikkat edin.

Derinden bir sallantı var içimde. Bilgisizlikten… Salt bilinmeyen yüzünden… Zihnim durgun, gözlerim yorgun… Ayaklarım uyuşuk çok oturduğum için. Kafamda bir topak karışık duygu var. Şu an zaman yok mekân yok. Ben ve benim monologlarım var. İrislerim fıldır fıldır… Yine delilik sınırındayım. Yine, yine ve yine… Etrafta rutubet, bacaklarımda romatizma, başımda yoğun bir ağrı, duvarlarda da fayans var. Romatizma yok ki ben de. Ne çabuk yaşlandım.

Fikirlerim dökme kalıplara dökülmüş sıvı alaşımlardan ibaret olacak otuzlarımın başlarında. Kırklarımın sonundaysa kaskatı kesilip donacaklar kalıpların içinde. İşte o zaman yok olmayı hak etmiş olacağım. Çabalarımın hepsi boşa gidecek. Ben de deneyimime güvenen ve yenileri küçümseyen biri olacağım. Kuşkusuz tarih çizelgesinde hep böyle süregeldi yaşam. İçi boşalmış kof bir ağaca döneceğim. Hüzünlü ve yalnız… Yalnızlığı bile isteye seçmiş buna rağmen mutluluğa isabet etmeyi becerememiş biri olacağım. Yalnızlık kendini sevdiğin ölçüde güzeldir çünkü. Yaşlanıp geriye benden kalanlar çürüdüğünde bir hiç olacağım. Savunmasız ama saldırgan aptal ama kendini bilgin sanan bir ihtiyar... Vitrinlerde kimsenin istemediği kreması ekşimiş vanilyalı pasta... Teki kaybolmuş işe yaramaz çorap... Sürüden dışlanan yılkı atı... Bunların hepsi olacağım ne acı.  

Bazen kendimi şu aptal aristokrat kadınların çarpıntıları içinde buluyorum. Yüreğim dalga dalga kan pompalarken vücuduma, onunla beraber dalgalanıyorum, içim bir garip oluyor. Sanki hiç görmediğim adını bilmediğim bir şey kalbimi avuçları içine alıyor ve başlıyor sıkmaya. Kahkahalar atmak, şen türküler tutturmak, avare avare dolaşmak istiyor canım öyle zamanlarda. Genelde yapamıyorum tabii bunu sonra yüreğim patlamak istercesine atıyor. Göğüs kafesimi zorluyor beni sürekli teşvik ediyor durmamam konusunda. Şaşırıyorum biraz da korkuyorum. Kalbim; işte benim kalbim böyle deli dolu bir nehir, doludizgin bir at. 

 

3 Temmuz 2021 Cumartesi

İKİ DEV KAVRAM


 

ALIŞMAK VE UNUTMAK

     İnsanlar alışmak için doğar. Doğumdan hemen sonra aldıkları ilk soluğa, yedikleri ilk tokada alışmak için… Yıllar geçer ve başka bir yere birden düşüvermişliğin verdiği korku uçar gider. Onlara düşen de unutmaktır sadece. Dünya’ya geldiğimiz ilk anı bu yüzden hatırlamayız.

      Her şeye hızlı bir şekilde adım atıp alışmaya çabalarken biraz zaman geçtikten sonra süregelen tek eylem unutmaktır. Bazı insanlar biraz zorlanır diğerleriyse çabucak uyum sağlar hayatın vazgeçilmez bu iki kuralına. Hatta alışmayı arzu etmeyenler bile zamanla alışır. Varoluş, dev çarklarında devasa insan havuzundan çok insan taşır. Böylece olağan karşılanmaması gereken şeyler sıradan olup çıkar. Mesela her köşede bir dilenci, her ruhta bir uğultu ve ağacı olmayan bir yeryüzü normal karşılanmaya başlar. Bunlar insanlar alıştıkça önemsizleşir. Tabii ki alışmaktan sonra gelen yegâne eylem unutmaktır. Ve unuttukça yeryüzünden sessizce silinir gider. Bir şeye alışırken bunun doğru olup olmadığını düşünün bu yüzden. İnsanlar diğer insanların aç yatmalarına, sokakta kalmalarına ve savaşlarda paramparça olmalarına göz yumduklarında alışmış olurlar. Kendi küçük dünyalarında yaşayanlar sırf rejimi karşılarına almamak için sustuklarında alışmış olurlar. Beton ormanların dünyanın akciğerlerine tercih edilmesini izleyip vah vah bile demeyen kişiler alışmış olurlar.

      Kuşkusuz alışmak ve unutmak gibi iki eylemin olumlu yanları da yok değil. Birinin yokluğuna alışabilirsiniz örneğin. Birden gittiğine inanamadığınız, sık görmediğiniz ama yokluğunu iliklerinizde hissettiğiniz birinin… Böyle zamanlarda alışmak faydalı üstelik huzurlu bir şeydir. Ama şüphesiz ikinci aşama biraz daha farklı olabilir. Onu tamamen unutmak istemeyebilirsiniz. Sesini en azından yüzünü hatırlamayı arzu edersiniz. Oysa toprak onu sizin yerinize sever ve her ayrıntısını bilir. Onun dış görünüşüne dair bilmediğiniz ne varsa sindirir. Kendine ekler. Misal yepyeni bir ortama alıştıktan sonra alışma sürecini unutuverirsiniz. Veya mızmız yeni bir aile üyesine kavuştuğunuzda yıllar yılları kovalar ve çektiğiniz pek çok zorluğu unutursunuz. Ya da yeni bir eve taşınıp muhitinize alışmaya çalışırken birkaç yıl sonra taşınırken çektiğiniz cefaları unutursunuz.

      Hayat özetle budur işte: Alışmak ve unutmak. Bazen uzun uzadıya bazen kısacık döngüler halinde devam eden bu iki kavram Dünya döndükçe ve insanlar üstünde durdukça birbirini peşi sıra takip edecektir. Sizler alışmanın ve unutmanın gücünü asla azımsamayın. Yaşamın alaycı ve hararetli dünyasında olumlu sonuçlar daima sizinle olsun.

2 Temmuz 2021 Cuma

DÜŞ GÜZELİ

 

Bunu dinlerken ahenge kulak verin.

                                                    Bunu dinlerken ise sözlerin derinliğine...


ESMERALDA

Bak şu kızın büyülü dansına

Yine altın hâleler düşmüş ipek saçlarına

Öyle güzel ki her gözü kamaştırır

O kara toprağın bağrından ışıltılı bir elmastır

 

Her baktığımda ona buğulanır gözlerim

Titrer gibi olur heybetli dizlerim

Her dönüşünde uçuşur etekleri

 İnsanı çileden çıkarır gülüşleri

 

Görünürde sadece bir Çingene

Gönüllerde taçsız bir kraliçe

O bir hayal belki bir parça da gerçek

Hugo’nun zihninden kopmuş eşsiz bir çiçek

 


BİR MARUZATIM VAR


 DİNLE BENİ

Dinleyin dostlarım, dinleyin beni

Paylaşmayalım artık gamı, kederi

Tükenmezdim zannettim, şimdiyse kabullendim kaderi

Düşkünmüşüm dostlarım, o beni mahkûm etti

Çıkıp gidin artık buradan, terk edin yüreğimi

Israr etmeyin sakın, defolup yalnız bırakın beni

Beni kurtların uluyuşunda, kuşların şakıyışında bırakın

Ne gözüme ne sözüme aldırmadan uzak diyarlara varın

Öylece bakayım gerekse arkanızdan söz dövünüp de ağlamam

Bilirim insanın insana vardır ihtiyacı

Fakat neye yarar ki insan bırakıyorsa yürekte bir acı

Gülmek, eğlenmek vardı daha; rüyalı gözlerle bakmak hayata

Borun pazarı geçmişse eğer eşeğini neden sürmez Niğde’ye beşer

Vakit dolmadı belki, toprak kucağına almadı beni

Yalnız doğmadım, yalnız öleyim; yanımda başka kalp çürütmeyeyim

Şimdilik bu tek dileğim…

 



1 Temmuz 2021 Perşembe

KELİME OYUNU 31

 


KELİME OYUNU 31

Beş kelime ile öykü, şiir, deneme benzeri yazı yazma etkinliğimiz varmış. İsteyen herkes katılabiliyormuş, beş kelime de verebiliyormuş. Haftanın kelimeleri Deeptone’dan J Davet üzerine ben de yazayım dedim.

Beş kelime: Lamba/Su/Uyku/Kedi/Radyo


Z KUŞAĞI HAYAL GÜCÜNE KARŞI

     Uykumun bilmem kaçıncı evresindeydim. Mışıl mışıl uyuyordum. Rüyamda kırmızı güllerle, kokulu mumlarla süslenmiş müthiş bir masa vardı. Masada yüzünü bir türlü seçemediğim biriyle oturuyorduk. Ne kadar çabalasam da kim olduğunu anlayamadım. ‘Affedersiniz, siz kimsiniz acaba?’ diye sordum. Bilinmez kişi ‘Benim canım.’ dedi. ‘İyi de kardeşim sen kimsin? Tanımıyorum ben seni ya. Romantik yemek falan ne oluyoruz?’ dedim. ‘Kuzum, evleniyoruz ya biz.’dedi. ‘Haydaa, al başına belayı. Ne münasebet? Bir kere her şeyin bir yolu yordamı var değil mi? Böyle damdan düşer gibi olur mu? Evlilik ciddi bir kurumdur. Nerede benim teklifim? Belki kabul etmeyeceğim.’ dedim. ‘Aşkım, sen zaten kabul ettin ya az önce.’ dedi. ‘Nee? Ben niye hatırlamıyorum? Yok, bu sayılmaz. Bir daha sor. Boşluğuma gelmiştir benim. Evlenmek istemiyorum ki ben.’ dedim. ‘Ne dedin aşkım? Duyamadım.’ dedi. ‘Canım benim, neyini anlamıyorsun sonsuza dek hayır diyorum burada.’ dedim. ‘Hee sen de benim canımsın.’ dedi. ‘Bak sinirimi bozma. Niçin anlamıyorsun çocuk? Zorla güzellik olur mu? Olmaz şekerim olmaz. Hadi başka kapıya…’ dedim. Kalkmaya yeltendim. Kalkamadım. Sanki sandalyeye yapışmıştım. Soğuk soğuk terledim. Şimdi yanmıştık işte.

       Bilinmez kişi elimi tutmaya yeltendi. İşin kötüsü elimi de oynatamıyordum. Allah’ım bu nasıl bir eldi böyle? Tüylü tüylü eli vardı. Hiç öyle görünmüyordu hâlbuki. Ne demişler: Görünüşe aldanma. İyice iğrenip can havliyle elimi çekmeye çalıştım. Ama nafile… ‘Yavrum, boş zamanlarında yarı zamanlı kurt adamlık mı yapıyorsun nedir?’ dedim. ‘Yemekler çok güzeldi değil mi bir tanem?’ dedi. ‘Alacağım ayağımın altına he. Ne vurdumduymaz herifsin.’ dedim. ‘Evet, ben de balığı daha çok sevdim.’ dedi. Allah’ım bu nasıl bir kâbus böyle. Uyanayım, uyanayım, uyanayım… ‘Gıcık.’ dedim. ‘Ben de seni seviyorum.’ dedi. Ay boğacağım ben bu adamı. Eli hala elimin üstündeydi. Iyy tüylü tüylü bir de… Pis adam… İnsanın tıraş bıçağından hiç mi haberi olmaz yahu? Biraz olsun sakinleşmek için masadaki suyu bir dikişte içtim. İşe yaradı mı? Valla hiç yaramadı.

      Nitelikli sapığım bu sefer masaya koca bir radyo koydu. Nereden buldu inanın hiçbir fikrim yok. Sanki gökten zembille inmişti. ‘Tatlım, bu annemden kalma antika bir radyo.’ dedi. ‘Bana ne canım neyse ne.’ diye kızdım. ‘Kemancılardan daha romantik olur dedim.’ dedi. ‘Yok romantizm yok evlilik… Yok yok maşallah.’ dedim. ‘Ne istersin bebeğim? Ne açayım sana?’ diye sordu. ‘Bana bak bebeğim falan deme bana. Nereden bebeğin oluyorum ben senin. Tanımam etmem seni. Çattık yaa.’ dedim. ‘Slow mu istersin? Yoksa daha hareketli bir şeyler mi?’ dedi. ‘Yavaş bir şeyler aç ki sinirim yatışsın en azından.’ dedim. Bizim keskin zekâ gitti metal bir şarkı açtı. Artık çocuğu parçalamam için bütün unsurlar tamamdı. Ama nasıl bir ses… Kulaklarımın imkânı olsa beni bırakıp giderlerdi muhtemelen. Metalci tipler son ses böğürürken o hala iştahla yemeğini yiyordu. Kapatmasını sert bir dille defalarca söyledim ama beni duyamıyordu. Çünkü metalci ağabeyler, çok sağ olsunlar, iyice coşmuşlardı. Gitarları parçalama faslında olabilirler diye düşündüm. Pes ettim. Boşta olan tek elimle kulağımı kapadım. Bir süre önümde umursamaz bir tavırla yemeğini yedi. Tabii ben iyice köpürdüm. Önündekini bitirince dans etmeyi teklif etti. ‘Ne dans edeceğim be seninle.’ dedim. ‘Aaa aşkım olmaz ama naz yapma hadi.’ dedi. Ben yürü git eşek herif diyene kadar ayaklarım beni onun kollarına götürdü. Allah’ım yardım et, çıldıracağım. İrademi yitirmek bu kadar kötü hissettiriyor muydu? Kıpırdayamadım bile. İki saniye içinde el ele göz göze dans ediyorduk. Çok üzgündüm.

      Keskin zekâ yine muhteşem bir fikir ortaya attı. Lambaları kapatıp loş, romantik bir ortam oluşturacakmış. ‘Oha, yavaş oluştur. O kadar da uzun boylu değil. Bıraksana kardeşim ne yılışıksın ya.’ dedim. Adamı ittirmeye çalışa çalışa canım çıktı. Başaramadım. Hala dans ediyorduk. ‘Işıkları söndürelim.’ dedi. Işıklar söndü. ‘Hayır, niye? Açın.’ dedim. Işıklar açıldı. Bir süre aç kapa aç kapa yaptık. Sonra baktım adamın sırtı da tüylü tüylü. Eee nasıl? Bu çocuk giyinik ki… Akıl sır erdiremedim. Kollarını elledim orası da aynıydı. Ne garip bir şey… Ellerimi suratında gezdirdim. Eee bu çocuk kıldan geçilmiyordu. Ama görünürde de tek bir kıl yoktu.

      Tam elimi yüzünde dolaştırırken ince bir sızı hissettim. O acıyla uyanmışım. Bir baktım elim kanıyor. Bizim Mahmut hemen olay yerinde kabarmış bir şekilde bana tıslıyordu. ‘Pist, uleen Mahmut alacağın olsun. Hani vefasız kedi gördüm de uyuyan sahibini ısıranı ilk kez görüyorum.’ dedim. Tabii hayvanın sinirini bozmuş olmam daha olasıydı. Anaa ne tüylü bu çocuk derken Mahmut’un sabrını zorlamıştım anlaşılan. Ama insan canı yanınca mantıklı düşünemiyor işte. Bizim Mahmut’u kışkışlayınca doğrulmak için hamle yaptım. Diğer kolum acayip karıncalanmıştı. Bir baktım o elimle başucumdaki abajurun ipini tutuyordum. Nasıl âlem biriyim ben ya? Gülerek ayağa kalktım. Ama gülüşüm yüzümde dondu kaldı. Kaşlarımı çattım. Zaten açık olan camdan sarkıp aşağıya doğru avazım çıktığınca bağırdım : ‘Heey! Toprak bacaksızı oraya getirtme beni. Oğlum biz bunları aşmadık mı ya? Gecenin köründe metal müzik dinlemeyeceğim demedin mi sen bana? Kemiklerini kıracağım hee!’ dedim. Toprak benim zıpır, genç komşum olur. Bağırdıktan sonra müzik kapandı Toprak camda belirdi. Bu gürültüde beni duyması mucizeydi. ‘Derya abla kusura bakma ya. Valla söz bak bir daha yapmayacağım. Yemin ederim. Annemlere söyleme tamam mı? Bak lütfen.’ dedi. ‘Oğlum bu kaçıncı? Gece gece karabasanlar bastı senin yüzünden. Nereye gitti Melahat teyzeler?’ dedim. ‘Söz veriyorum bir daha olmayacak Derya abla. Memlekete gittiler.’ dedi. ‘İyi, geldiklerinde selam söyle. Evi de başına yıkmamaya çalış tamam mı Toprak?’ dedim. ‘Tabii abla söylerim. Yıkmam, yıkmam.’ dedi. ‘Anlaşmayı hatırlıyorsun değil mi Toprak?’ dedim. ‘Evet, abla onlar gelene kadar ekmeğini alır, çöpünü çıkarırım.’ dedi. ‘Aferin, sana. Yoksa ne olur?’ dedim. ‘Yoksa söylersin abla.’ dedi. ‘Hadi Toprak görüşürüz o zaman. İyi geceler.’ dedim. Sonra ufak bir savaş kazanmışım gibi kendimi uykunun rahat kollarına bıraktım. Sabaha kadar deliksiz uyudum.

29 Haziran 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 97

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 97



"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"

Seriye zor bir soruyla giriş yapmış bulunuyorum. Konuyu seçen Deeptone’a teşekkürler. En çok mu bilmem fakat aklıma ilk gelen önem verdiğim şeyleri yazdım. Keyifli okumalar dilerim.

      Her ne kadar bu durumdan hoşlanmasam da biz insanlar sosyal yaratıklarız. Bu da beraberinde çeşitli ihtiyaçlar getiriyor. Örneğin konuşmak, anlaşmak, paylaşmak ve kaynaşmak bunlardan bazıları… Önemli, değerli olduğumuzu hissetmek istiyoruz. Sevildiğimizi bilmek, özel olduğumuza inanmak… Bu sebeplerden dolayı sosyalleşmek benim için son derece önemlidir.

      Kendini koruma mekanizması mı dersiniz bilmem ama yeni girdiğim bir ortamda hızlıca kendimi tanıtır sonra diğer insanları tanımaya çalışırım. Belki bu şekilde yabancı ve tanınmaz olanı bilinir kılıp rahatlıyorumdur. Kim bilir? Bunun dışında insanlarla konuşmayı, tanışmayı severim. Ne kadar farklı insanlar olurlarsa bu o kadar hoşuma gider. Kimle ne şekilde konuşmalıyım, nelerden bahsetmeli ve nelerden bahsetmemeliyim gibi soruların hepsini sohbet ede ede öğrendim. Yani iletişim benim için son derece önemlidir.

      İkinci sırayı aileye veriyorum. Aile, bizim toplumumuzda toplumun en küçük yapı birimi olarak kabul görüyor. Bir ara bu duruma acayip sinir oluyordum. Yalan yok bireyciliği çılgınca savunduğum zamanlar oldu. Eskiden toplumun bireylerden oluşması gerektiğine tüm kalbimle inanıyordum. Ama şimdi işler biraz olsa da değişti. Etrafta ailenin bireyler üstündeki olumlu ve olumsuz etkilerini gördüm ve biraz yumuşadım.

     Dediğim gibi aile benim için önemli olan kavramlardan biridir. Nazara inandığım için uzun uzadıya anlatmayacağım. Ama ufak bir ipucu vereyim: Herkes ailevi problemlerden bahsederken ben susardım.

     Önemli gördüğüm şeylerden biri de yazmaktır. Yazmak benim için damarlarımdaki kan gibidir. Gayet sıradan ve tabii bir ihtiyacımdır. Kendimi bildim bileli yazarım. Ufacık ellerimle dedeme, babaanneme yazdığım şiirler hala durur. Bir de yine küçükken börtü böceğe methiyeler düzdüğüm metinlerim vardır. Hatta bir videoda ‘Ne olacaksın?’ sorusuna ‘Yazar.’ der cevabı yapıştırırım. Hayat konusunda çocuklar hep daha iddialı olur bilirsiniz. Minik versiyonumun bu ölçüsüz davranışını affediniz. Elbette iki metin bir şiir yazan yazar olamaz. Sağlam bir yürek ve açık bir zihin gereklidir. Ama hayal gücünün sonu yok.

       İnançlı biriyim. Bu nedenle dinime önem verir gerektirdiklerini yapmak için elimden geldikçe çaba sarf ederim. Onu araştırırım, incelerim. Yeri geldiğinde yumuşak, tatlı bir dille sadece anlatırım. Benden kat kat güçlü bir yaratıcının varlığına sığınmak içimi huzurla dolduruyor. Bu sizin için değişebilir tabii. Belki uzak doğu felsefelerine ilgi duyuyorsunuz. Ya da bin bir çeşit din felsefesinden birine… Ya da belki metafizik size tamamen saçma geliyor. Hepsi imkân dâhilinde… Fakat huzuru bu saydıklarımın içinden birinde hala bulamadıysanız çabalamayı bırakmayın. Çünkü bulduğunuzda tadına doyamıyorsunuz. Huzur pek çok şeyin üstünde şahane bir duygudur.

      Şimdi aklıma kitap okumak geldi. Kitaplara da epey önem veririm. Küçükken kitap okuma alışkanlığı kazandığım için çok mutluyum. Buradan bunu sağlayabilen tüm ilkokul öğretmenlerine kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Benim için kitap okumak çizgi film izlemek kadar zevkliydi. Belki çok güzel kitaplarla karşılaştım ya da doğru şekilde yönlendirildim. Hangisi oldu bilmiyorum ama ne olduysa çok güzel olmuş. Kitaplarla ilgili serüvenime klasiklerle başladım. Tabii ince, sadeleştirilmiş halleriyle haşır neşir oldum önce. İlk kez orada maceracı çocukları, aristokrat kadınları, can dostu evcil hayvanları tanıdım. Kitaplar benim için hala eğlenceli ve öğretici bambaşka diyarlardır.

      Sıralamayı doğru yaptığımdan pek emin değilim. Çalakalem yazıyorum. Siz de takılmayın buna. Aklıma, sağlık geldi. Yedi canı kalan bir kedi olarak konuşmam gerekirse sağlık çok çok önemlidir. Genelde şanslı olmama rağmen dört ayağımın üstüne düşemediğim de oluyor. Siz siz olun önceliği sağlınıza verin. Bu işin şakası yok. Her şeyin başı sağlık…

      Sahi es geçemeyeceğimiz bir konu daha var: O da para. Ne diyor şarkı ‘Para, para, para varlığı bir dert yokluğu yara’… Aslında her şey tertemiz özetlenmiş. Ama ben şahsi kanaatimi söyleyeceğim. Bana göre para bir amaç değildir yalnızca araçtır.

      Tüm bunlar dışında nezaket de önemlidir. Kimse kendisine kaba davranılmasını istemez. Biz kibar ve nazik olursak bize de arzu ettiğimiz gibi davranılır. Her türlü şartta kibarlığı elden bırakmamakta fayda var. 

      Okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım sıkmadım.