27 Temmuz 2021 Salı

UN UFAK ET(ME)

 


UN UFAK ET(ME)

      Evet, bazen etrafımdaki orta yaşlı ve yaşlı insanların telkinleri bana çok ağır geliyor. Kendi istedikleri şeyi, kendi istedikleri biçimde yapmam konusunda epey takıntılılar.Tabii bu şekilde davranarak benim kararlarımı değersizleştirmiş oluyorlar. Bunun farkındalar mı bilmiyorum? Bu da beni çileden çıkarmaya yetiyor. Çoğu zaman bu duruma sinirleniyorum. Şüphesiz durup mantıklı düşünemesem onların yıpranmış kırılgan kalplerini kırmaktan hiç çekinmem. Ama genelde kendime hakim olmayı beceriyorum. Yine de bunun kolay olduğunu söyleyemem. Bam telime bastıklarında onları alaşağı etmek için elimden ne geliyorsa yapmak istiyorum. Kokuşmuş, eskimiş, işe yaramaz fikirlerinin saçmalığını öylece yüzlerine vurmak... Ya da sadece susarak renkten renge nasıl girdiklerini seyre dalmak... Veya hatalarının barizliğiyle onları un ufak etmek... 

      Hayır, ben canavar değilim. Belki bir parça öfkeliyim o kadar. Bizi anlamanızı beklemiyorum sizden. Bu büyük bir haksızlık olurdu. Zira bambaşka devirlerin aynı zaman dilimine sıkışmış çağdaşlarıyız. Anlamasanız bile dinleyin. Hatta anlamak istemeseniz bile kulak verin. Hepimiz var olmaya çalışıyoruz. Hiçbirimizin ruhu ötekine göre ehemmiyetsiz değil. Ben sizi kabullendim. Neden siz de önceliği kabullenmeye vermiyorsunuz? Zamanı kaynağı sonsuz bir çeşme gibi harcamamıza göz yumun. Çünkü genciz. Hala çok zamanımız olduğuna inanıyoruz. Belki yok. Olabilir. Ama  hala çok zaman olduğuna inanmaktan bizi kim alıkoyabilir? Her anımı faydalı şeylerle doldurursam zamana meydan okuyabilirim. Ama mutlu olur muyum? Bilemedim. Bırakın hata yapalım, dibe vuralım biraz. Deneyimleri deneyimlemeye ne gerek var dersiniz şimdi.Haklılık payınız yok değil ama unutmayın bizim de yaşamamız lazım. Ortaya attığımız çılgın fikirlere burun kıvırmayın. Çünkü onlar günlük alelade bir konu kadar ilgiyi hak ediyor.

Merak etmeyin, bütün gençler de benim gibi değil. İçimizde elbette kuzu gibi olanlar vardır. Rahatça yontulup şekil alacaklar da... İşte maalesef ben onlardan değilim. Ben, bize biçilen rolleri beğenmeyenlerdenim. Kaç yaşında olursak olalım genç işte diye küçümsenmek istemeyenlerdenim. Beni böyle kabul edin.Kuşaklar değiştikçe yetişkinlerin hep aynı tuzağa düştüğünü idrak edin. Kabullenin.

      Anlıyorum ya da en azından anlamaya çalışıyorum sizi. Komik... Çünkü sizin hiç yapmadığınız gibi... En yenilikçi, en ileri görüşlü, en okuryazar olanınız bile bizi anlamaktan mahrum. Yazık... Bu içten içe üzüyor beni. İletişimsizliğimizin bir çaresi olsun isterdim. Oysa insan hep aynı hastalıktan muzdarip. Bu durum artık genlerimize işlenmiş kalıtsal bir rahatsızlık...

      Ama her şeye rağmen saygı görmeyi hak ettiğinize inanıyorum. Ne de olsa dünyada onca vakit geçirmek kolay iş değil. Üstelik belki de bunca zaman istemediğiniz bir hayatı yaşadınız. Sevmediğiniz bir işte, sevmediğiniz bir evde ve belki sevmediğiniz biriyle zaman öldürüp durdunuz. Bir Allah'ın günü yüzünüz gülmedi. Talih denen şey kapınızı hiç çalmadı. Feleğin çemberinden geçerken mutluluk nedir asla bilemediniz.Toplum sizi öyle sindirdi ki kendiniz olmaktan korkar oldunuz. Kim bilir? Belki hepsi doğrudur. 

Bu nedenle size ne kadar kızsam da sanki asıl muhatabım başkasıymış gibi geliyor. Siz değil, sizin dedeleriniz değil çok daha köklü bir yanlış... Öfke işte böyle bir idrak edişten sonra son derece bayağı ve yersiz görünüyor gözüme. Ne anlamı var kendimi yok yere paralamamın diyorum. 

Sizden ricam bizi anlamayınca yalnızca kendi düşüncenizin doğru olduğu konusunda inat etmeyin. Biz de her insan gibi gerçek bir saygıyı arzuluyoruz. Ciddiye alınmak, önemsenmek istiyoruz. Sayfalarca dur durak dinlemeden yazabilirim. Ama buna ne yüreğim dayanır ne de ellerim. 

Kuşkusuz bunu layığıyla yapan yetişkinler de vardır. Onlara

duyurulur. Sözüm meclisten dışarı efendim.


18 Temmuz 2021 Pazar

MUTSUZLUK BİR SEÇİM

 




NALLARIM EKSİK

      Hayat sanki durdu. Kulaklarımda keskin, tiz bir çınlama var. Çınlamanın bitiminde de derin bir uğultu başladı şimdi. Günün en sevdiğim saatleri de pek bir şey ifade etmiyor artık. Günlerim ne siyah ne beyaz yalnızca renksiz. Her türlü aşırılıktan uzak hayatımı canlandırmak için içimde bekleyen kıpırtılar bile yok içimde. Oysa her zaman biraz olurdu. Akıl sır erdiremediğim benliğim beni yiyip bitirmeden önce yavaş yavaş varlığımı kavradım. Alnımdan başlayarak çeneme doğru süzülen küçük tuzlu damlalar hissettim. Her biri kendine farklı güzergahlar seçmişti. Ve nalların sesini duydum. Pistin kum tabanını tüm asaletiyle dövüp tırıs giden bir at... Hep bunu istemiştim, bir at antrenörü olmayı. Atla seyir halindeyken yelelerinin dağılışını görmeyi, kısa tüylerini kaşağılayıp parlatmayı, ahırını temizleyip ona titizlikle bakmayı, ellerimle besleyip özel bağlar kurmayı... Fakat  geriye dönüp baktığımda mutlu olamadığımı görüyorum. İnsan en çok istediği şeye kavuştuğunda nedense benliğini bir huzursuzluk kaplıyormuş. En azından bende öyle oldu. Atım bu rahatsız edici düşünceleri hissetmiş olacak ki huysuzlandı. Dizginleri biraz çektim. Sıkıntılı ruh halime geri döndüm. Hem şu an atın üzerindeydim. En çok olmak istediğim yerde... Yine de bir şeyler son derece eksikti. Çünkü hala tatmin olamamıştım. Kafamdaki düşünceleri rafa kaldırdım. Atımı pistten çıkarıp üzerinden indim. Beraber ahırlara doğru yola koyulduk. Onun bugünkü performansı gayet iyiydi. Gelecek hafta yapılacak yarışlara oldukça hazırdı. Veterinerle görüşüp birkaç prosedürü hallettik mi her şey tamamdı. Yolda bir iki arkadaşımı gördüm. Onlara dalgınca selam verdim. Sonunda ahıra gelmiştik. Bugün sanki müthiş bir angaryaydı benim için bir an önce her şeyden kurtulmak istiyordum. Hayvanın genel sağlık durumuyla ilgili rutinleri yerine getirdim. Yem ve su verdim. 

      Birkaç parça eşyamı alıp eve doğru yola koyuldum. Yolda yine düşünmeye başladım. Hiçbir zaman başkaları gibi dar ofislerde çalışmaya mahkum olmadım. Bir tomar kağıtla birlikte uzun loş koridorlarda da heba olmadım. Benim iş yerim haralar, hipodromlar, çiftlikler ve ahırlar. Bu alanlarda oldum olası temiz hava ve bol güneşle çalıştım. Alabildiğine yeşillik de cabası tabii... Elbette harika olmayan yanları da yok değil. Mesela kötü kokularla iç içe olabiliyorsunuz bazen. Yine de ben bu kısma epey alıştım. Hayal ettiğim şeye kavuşmak neden böyle hissettiriyor o zaman? Bilmiyorum. Artık soru sormaya bile korkar oldum. Çünkü cevaplar yerine başka sorular buluyorum. Bu sabah yine bunları düşünürken garip bir şeyler oldu. Kendimi görünmez devasa bir kafesin içine hapsolmuş hissettim. Ben içinden çıkmayı arzu ettikçe bu giderek imkansızlaştı sanki. Bunları kafamda tekrar tekrar evirip çevirdim. Bu esnada iki durak kaçırmışım. İndikten sonra yürürken yine aynı düşünceler kafamı kurcalıyordu. Evime gittim. Kapının önünde durdum. Evim tek huzurlu sığınak gibi görünmüştü bana. İçeride kimse yoktu. Hep olduğu gibi rahatlatıcı bir sessizlik vardı sadece. Anahtarımı çıkardım. Açmadan biraz bekledim. İçeride birilerinin olmadığına şükredip eve girdim. Evim beni halinden memnun bir yalnızlıkla karşıladı. Kapıyı kapatacakken önümdeki boy aynasına göz attım. Evdeki tek ayna buydu. Annemin zoruyla asmıştım. Üzerine örttüğüm örtüye rağmen ürperdim. Aynalar ne de korkunç şeyler öyle...   Daima gerçeği söylerler. Bunu engelleyemez, bunun önüne geçemezsiniz. Aynanın yanına gittim. Derin bir soluk aldım ve örtüyü indirdim. Gerekmedikçe ayna kullanmam aslında. Ama içimden bir ses bunu yapmamı söyledi. Ben de yaptım. Sonuç korkunçtu. Ne mağrur ne vakur... Ne kızgın ne üzgün hiçbiri değildi. Sadece tükenmişe benziyordum. Her an silinip gidecekmişim  ve  benden geriye hiçbir şey kalmayacakmış gibi... Yıllarca yarışları kazanmaya uğraşıp kazanamadan ölen bir ata benzettim kendimi. Bakıcılarını, antrenörünü, jokeyini ve sahibini hüsrana uğratmış bir ata... Hatta belki daha kötüsü yılkılık olarak salınmış, kendinden ümit kesilmiş bir ata... Yelelerim yer yer dökülmüş. Dökülmeyenler ıslanıp birbirine yapışmış, zamanla keçeleşmiş. Tüylerim farklı uzunlukta, karman çorman, bakımsız... Kaşağı desen hiç yok. Ha bir de nallarım eksik...


6 Temmuz 2021 Salı

KELİME OYUNU 32

 

Güzellik bir illüzyon
  

KELİME OYUNU 32

Beş kelime ile öykü, şiir, deneme benzeri yazı yazma etkinliği devam ediyor. İsteyen herkes katılabilir, beş kelime de verebilir. Haftanın kelimeleri bu sefer benden:

Enfeksiyon /Park/ Korku/ Makyaj/ Salıncak 

ILKA BRUHL

      Hayatım boyunca güzelliğin gerçek tanımın ne olduğunu düşünüp durdum. İdeal ölçülerde bir vücut yapısı, uzun bacaklar, ince beller, sıkı karınlar gibi pek çok insanın kabul ettiği güzellik ölçütlerini kafamda çevirip durdum. Yüz güzelliğinde kabullenilen biçimleri de düşündüm. Dolgun dudaklar, çıkık elmacık kemikleri ve kaydırak burunlar… Hepsi oldukça somut görünen kavramlardı. Peki, hiç soyut bir güzelliğe sahip olan kadın fark edilir olabilir miydi? Güzellik pek çok insana göre göreceliydi ve birçoğuna göre de değişmez temeller üzerindeydi. Güzel, en sade tanımına göre güzel hoş bulunan anlamına geliyordu. Ama bu tanım benim için yeterli değildi. Bu soruya cevap bulmalıydım. Ve bu cevap bulma serüveni esnasında başka bir şey buldum. Kendimi... Ektodermal displazi de onca insanın içinden beni bulmuş olabilirdi ama onun sayesinde ben de kendimi bulmuştum. Nasıl mı?

      Bu soruların cevabı benim için önemliydi. Çünkü beş altı yaşımdan itibaren tutkuyla model olmayı diledim. Şapşal peruklar takıp annemin makyaj masası önünde sürüp sürüştürdüm. Sonra anne ve babamı koridora jüri olarak çağırır, podyum saydığım uzun dar koridorda yürüdüm. Küçükken kendimi güzel bulurdum. Yine de okula gidecek yaşa gelene kadar her sokağa çıktığımda insanların garip tepkilerine maruz kalırdım. Neredeyse hiçbirini anlamazdım. Ama bir gün ailecek parka gittik. Beş altı yaşındaki çocuklarda olduğu gibi benim de aşırı bir sosyalleşme isteğim vardı o aralar. Genelde ailemle beraber oynamama rağmen o gün salıncakta tek başına sallanan bir kızı gözüme kestirdim. Onu oyun arkadaşım yapmaya niyetlendim. Annemin elini bırakıp hoplaya zıplaya kızın yanına gitmeye başladım. Annem herhangi bir tepki vermedi. Nereye gittiğimi sormadı. Elimi tutup yakalamaya da çalışmadı. Bazen düşünüyorum acaba o gün elimi hiç bırakmasaydı daha mı iyi olurdu diye. Ben nihayet kızın yanına ulaştığımda küçük sevecen gözleri açıldı açıldı ve resmen yuvalarından fırlayıverdi. Bunun üzerine kaşlarımı hafifçe çattım. Ama sonra yüz ifademi yumuşatıp sevimli olmaya çalıştım. Ne de olsa arkadaş olacaktık. Ama kız benden hızlı davrandı. Ağzından anlaşılmaz birkaç kelime döküldü. Gerisini de kaçırmamak için ona biraz daha yaklaştım. Yüzünü buruşturarak şöyle dedi: ‘Yüzün korkunç görünüyor.’ O ana kadar hep özgüvenli bir çocuk olmuştum. Bunu duyduğumda ilk olarak şaşırdım. Normalde umursamaz davranırdım. Sonuçta parkta daha bir sürü çocuk vardı. Ve üstelik benim suratım hiç de… Her neyse… O an aklıma çirkin suratlı yaratıklar geldi. Kurt adamlar, zombiler ve vampirler… Yüzüm kıllarla mı kaplıydı? Hayır. Çürümüş müydüm? Hayır. Uçlarından kan damlayan sivri dişlerim mi vardı? Hayır. Tamam ama o an için kızın neden öyle dediğini çok merak etmiştim. Beni derinden sarsmış olacak ki bu anıyı tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum.  Çocuklara has bir masumlukla meydan okurcasına sordum: ‘Neden ki?’ Ama içten içe bu kızdan çekinmiştim. Bir daha konuştuğunda yüzünde acımayla karışık bir iğrenme gördüm. Korku ve şaşkınlık silinip gitmişti. Bu ifadeye aşinaydım. Kaldırımda yürürken yabancıların yüzlerinde de aynı ifadeyi defalarca görmüştüm. Ve şimdi kızın vereceği cevap çok daha çekici gelmeye başlamıştı. Kısa bir an düşündü ve sanırım söyleyeceği birkaç kelimeyi yuttu. ‘Gözlerin suratından aşağı kayıyormuş gibi görünüyor. Burnun basık ve dümdüz… Kulakların çok büyük ve dudakların sanki beni yemek istercesine önde… Tepkimi bekledi ama ben bir tepki veremedim. Çünkü kızın bir çırpıda söyledikleri beni derinden etkilemişti. O da devam etti: ‘Bence aynaya ihtiyacın var. Güzel olduğunu da söyleyemem değil mi?’ Bunu ekleyip yanımdan hızlı adımlarla uzaklaştı. Ben kızın ardından bakakalmıştım. Kendimi kırılmış bir porselen gibi hissettim. O sıra annem daha fazla dayanamayıp yanıma geldi. Fakat geç kalmıştı. Küçük kalbim çoktan kırılmıştı işte. Dahası neden bizim evde hiç ayna olmadığını anlamıştım sanırım.

      Normal hayatıma devam ettim. Doktorlar, kontroller, ameliyatlar ve ilaçlar… Cildim ve burnum çok kuru olduğu için her ikisi de sık sık kabuklanırdı. Üstelik bir de burnum kanıyordu. Sizin için son derece kolay olan pek çok şey benim için ufak bir eziyetten farksızdı. Çoğu zaman yemek yemekte zorlanıyordum. Çünkü damağım olması gerekenden yüksekti. Ve dişlerim sanki istedikleri yerde istedikleri yöne doğru çıkmışlardı. Alt ve üst damağımdaki dişlerim yerine düzgün oturmuyor yani dişlerim birbirine kenetlenemiyordu. Bu yüzden ağzımın içinde dilimi nereye koyacağımı bir türlü bilemiyordum. Dilimi nereye koyarsam koyayım birkaçı hep dilime batıyordu. Yediklerimin sindirimi de bir o kadar zor oluyordu. Hastalığımdan dolayı sindirim sistemimdeki mukoza bezlerim yeterli düzeyde gelişmiyordu. Bu nedenle enfeksiyonların baş gösterme olasılığı artıyordu. Gözyaşı kanalım da tıkanıyordu. Tıkandığında yeniden açtırıyorduk. Ama yine tıkanıp kapanıyordu. Yalnızca bir tane gözyaşı kanalım vardı. Bu yüzden diğer gözüm hep sulanmış gibi görünüyordu. Daha ağır vakalarda gözde katarakt da görülebiliyordu. Fakat ben de kornea opasiteleri vardı. Bunlar kornea distrofillerimde kornea dokusu içinde madde birikimi sonucu oluşan lekelerdi. Kulaklarımda da iletim tipi işitme kaybı vardı. Ayrıca solunumda zorluk çekiyordum. Hastalığımın bu kısmı da diğer bozukluklarım gibi ailemin bana bıraktığı genetik mirastan kaldı. Evet, miras olarak herkese pahalı bir ev ya da son model bir spor araba kalmıyor.

      Ben ektodermal displazi hastasıydım hala öyleyim. Hastalığımla mücadele ediyorum. Ama bunları öğrenmeden önce anne ve babamın bana açıklamaya çalışmasını hatırlıyorum. Sonraki yıllarda konuşurkenki ses tınılarını ve mimiklerini defalarca kafamda tekrarlamıştım. Onlar bunları anlatırken hakkımda gerçekten ne hissettiklerini anlamaya çalıştım. Tutarlı ve planlanmış bir konuşmaya benziyordu. Yavaş ve sakince söylenen art arda sözcük dizilerinden oluşan kısa cümleler kurmuşlardı. En sonunda bana zaten hep gerçek duygularla yaklaştıklarını anladım. Bunu görüp anladıktan sonra yılar önce kırılan küçük kalbimi unuttum. Bundan sonra kalbimi kırdırtmayacaktım.

      Beni yetiştiren iki insana baktım. Her ikisi de azimli, inatçı ve hırslıydı. Beni de öyle yetiştirmişlerdi. Ben de küçüklükten beri arzuladığım mankenlik hayalime yöneldim. Tabii yaşım büyüdükçe çeşitli sağlık sorunlarım da büyüdü. Tedavilerim zor bir hal almaya başladı. Ama ben bundan yakınmadım. Her şeye rağmen hala şanslıydım. Normalde bu tarz vakalarda hastalar iki yaşını dolduramıyordu. Ben bu sebeple gördüğüm her sabah ve her akşam için kendimi şanslı sayardım. Zaman zaman çeşitli ajanslarla görüşmeye gidiyordum. Önüme bazen üç dört sayfayı bulan kriterler koyuluyordu. Neredeyse her seferinde bir eksik bulup beni işe almayı reddettiler. Bir gün adını daha önce duymadığım bir ajansa çağrıldım. Bu bana tuhaf gelmişti. Görüşme esnasında öğrendiğime göre tanınan ve çok başvuru alan ajanslardan ret alan kişileri bir daha değerlendiriyorlarmış. Onların dosyalarını bir daha inceleyip birlikte çalışacakları kişilere karar veriyorlarmış. Benim görüştüğüm kadın bana şöyle demişti: ‘Biz diğerlerinin kömür zannettikleri elmasların peşindeyiz.’ Bu da benim yüreğimi okşamıştı. Sonra elime tutuşturdukları kriter kağıdına baktım. Yine bir sürü madde yazılıydı. İçlerinden birkaçını seçebildim. 1) Farklı olmak ve farklı olmaktan korkmamak.  7)Güzellik algısını kendi kendine oluşturabilme yeteneğine sahip olmak.  23)Süregelen her türlü ideal boy, kilo ve ölçü dışında olabilmek.  16)Podyumda kıyafet dışında canlı bir ruh taşıdığını gösterebilmek. Son madde kıkırdamamı sağladı. Ve bundan sonra bu bozukluğun ben ve o var oldukça ruhumu bozmasına izin vermemeye karar verdim. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.

NOT: Sadece hikaye kurgudur.

Güzel

Hisset

Yeter



5 Temmuz 2021 Pazartesi

ÇINLAYAN KAHKAHA


 

                                                                         
                                                                      
                                                                  21.02.2020

      Kanatlı dostum, yoldaşım ve neredeyse tek gerçek arkadaşım sana,

Hatalarımı gördüğün, görüp güldüğün için teşekkür ederim. İçimdekileri duyduğun susarak sövdüğün için teşekkür ederim. Senin her sözün benimkilerin aksine keskince mecazdan uzak... Her biri içlerine düşmek için yalın birer tuzak… Kulaklarımı çınlatarak attığın her kahkaha, benzersiz nameleri çağştırır bana. Alaycı üslubun, ruhumu parçalarken zihnimde yenilmez sezgiler doğurur. Sen sanki beni ebediyen kavramış hakikat pençesisin. Doğru; senin ömrünce alacağın yoldaki tek rotan… Gökyüzünün altındaki milyonlarcasının içinde beni seçtin. Karmaşık benliğim ben ölene dek ikimize de yetsin. Kaosun ahengini istiyorsan işte buldun. Duygularımı nasıl acizce kullandığıma bakıp gül, hem de kahkahalarla. Arada senin gibi bir yırtıcı olmak o gözle bakmak lazım hayata. Öfkemle, kavgamla dalga geç. Ara sıra parçala beni. Belki küllerimden doğarım Anka gibi. Acımadan eleştir, korkusuzca saldır. Zaten ben senden öğrendim kılıç kalkan kuşanmayı. Bilirim üzerimde pek emeğin vardır. Senin her duygun içtendir. Öfken yerinde, alayın kararındadır. Gülmüş olmak için gülmezsin, bize de özenmezsin, çıkar gözetmezsin. İşte bu yüzden pek değerlisin. Kanatların böylece göğü kapatacak kadar heybetli, sesin böylece herkesi susturacak kadar kıymetli ve bakışların böylece bu denli parçalayıcı… Sen yolumun başında ve sonundasın. Hayat gerçek alaylarını daim kılsın.

      Senin tanıdığın ve en sevdiğin kız

Adres: Senin kanatlarının altında ya da yeryüzündeki gölgende bir yerde

BANA DAİR

BİRKAÇ BİR ŞEY

  Ölmek istemek kolay ve ölmek ne yazık ki zor. Tanrının verdiği canı alamam. Gücüm yetmez buna. Ama şayet bir gün yeterse göğüs kafesimi yırtarak açacağım. O içimdeki bütün huzursuz kuşları göğe salacağım.

İnsanlar biyolojik pek çok açıdan kusursuz bir işleyişe sahip. Etten, kemikten, kastan oluşan ve durması gerektiği yere kadar tıkır tıkır işleyen harikulade bir makineyiz. Ama övünemeyeceğimiz bir yanımız var. Damarlardan, organlardan, kaslardan, kemiklerden ve bağ dokulardan oluşan kalın duvarın arkasına gizlediğimiz ruhumuz bu yanımız. Genellikle bizler mükemmel vücutlarımız içinde karanlık ruhlarımızı saklıyoruz. Orada içimizde bir yerlerde her şeyden ve herkesten uzakta korkunç bir karanlığımız var. Ve o randevu vermeksizin gün yüzüne çıkabilir. Bunu bilmek bence biz insanları epey tedirgin ediyor. İçimizde bizden başka bir şey olması düşüncesi bile rahatsız edici. Ama derinlere gömülü bu şey kendini sık sık hatırlatır. Belki de bu istemediğimiz ve yabancı gördüğümüz tarafımız sadece içgüdülerimizden ibarettir. Kim bilir?

Düşünceler ve beraberindeki kelimeler insanları ya deli yapar ya da dahi. Ben delilik yolunda artık adım atmıyorum adeta koşuyorum. Düşünceler bazı kişileri zirvelere taşır. Benim yoğun kokuşmuş fikirlerimse beni mahzenlere kapatır. Her konuda detaylandırılmış bir fikrim vardır benim. Çılgınca memnun olurum bundan. Normal değilim galiba. Hemen sevinmeyin. Siz de değilsiniz. İyi ki korkularım ve kötü huylu arzularım içimde topraklar altında saklı. Onları itinayla gömüp çürümeye bıraktım. Yoksa aman aman süper kahramanlar bile gelse kurtaramaz beni. Siz de en kısa zamanda tehlikeli hislerinizin icabına bakın. Tadımız kaçmasın sonra.

Kimse sevmediği birini düşünme cömertliğini göstermez. Düşünsel kabiliyetler pek çok olguya ev sahibeliği yapar. Bunlar bireysel olabildiği gibi toplumsal; ulusal olabildiği gibi evrensel olabilir. Düşünmenin süreçlerinde bir şahsa, bir nesneye, bir duruma yer verilir. Zihinde yer edinmeye hak kazanan tüm uğraşlar, üzerine düşünülmesi için yeni fırsatlar doğurur. Oradaki fırsatlardan biri olan kişi özeldir. Milyonlarca yıldızın arasında göze çarpandır, nitelikli olandır zihnimizdeki. Bu nedenle kimse sizi onu düşünmeniz için zorlamıyor. Bu rolü siz ona biçtiniz. Bu hususa dikkat edin.

Derinden bir sallantı var içimde. Bilgisizlikten… Salt bilinmeyen yüzünden… Zihnim durgun, gözlerim yorgun… Ayaklarım uyuşuk çok oturduğum için. Kafamda bir topak karışık duygu var. Şu an zaman yok mekân yok. Ben ve benim monologlarım var. İrislerim fıldır fıldır… Yine delilik sınırındayım. Yine, yine ve yine… Etrafta rutubet, bacaklarımda romatizma, başımda yoğun bir ağrı, duvarlarda da fayans var. Romatizma yok ki ben de. Ne çabuk yaşlandım.

Fikirlerim dökme kalıplara dökülmüş sıvı alaşımlardan ibaret olacak otuzlarımın başlarında. Kırklarımın sonundaysa kaskatı kesilip donacaklar kalıpların içinde. İşte o zaman yok olmayı hak etmiş olacağım. Çabalarımın hepsi boşa gidecek. Ben de deneyimime güvenen ve yenileri küçümseyen biri olacağım. Kuşkusuz tarih çizelgesinde hep böyle süregeldi yaşam. İçi boşalmış kof bir ağaca döneceğim. Hüzünlü ve yalnız… Yalnızlığı bile isteye seçmiş buna rağmen mutluluğa isabet etmeyi becerememiş biri olacağım. Yalnızlık kendini sevdiğin ölçüde güzeldir çünkü. Yaşlanıp geriye benden kalanlar çürüdüğünde bir hiç olacağım. Savunmasız ama saldırgan aptal ama kendini bilgin sanan bir ihtiyar... Vitrinlerde kimsenin istemediği kreması ekşimiş vanilyalı pasta... Teki kaybolmuş işe yaramaz çorap... Sürüden dışlanan yılkı atı... Bunların hepsi olacağım ne acı.  

Bazen kendimi şu aptal aristokrat kadınların çarpıntıları içinde buluyorum. Yüreğim dalga dalga kan pompalarken vücuduma, onunla beraber dalgalanıyorum, içim bir garip oluyor. Sanki hiç görmediğim adını bilmediğim bir şey kalbimi avuçları içine alıyor ve başlıyor sıkmaya. Kahkahalar atmak, şen türküler tutturmak, avare avare dolaşmak istiyor canım öyle zamanlarda. Genelde yapamıyorum tabii bunu sonra yüreğim patlamak istercesine atıyor. Göğüs kafesimi zorluyor beni sürekli teşvik ediyor durmamam konusunda. Şaşırıyorum biraz da korkuyorum. Kalbim; işte benim kalbim böyle deli dolu bir nehir, doludizgin bir at. 

 

3 Temmuz 2021 Cumartesi

İKİ DEV KAVRAM


 

ALIŞMAK VE UNUTMAK

     İnsanlar alışmak için doğar. Doğumdan hemen sonra aldıkları ilk soluğa, yedikleri ilk tokada alışmak için… Yıllar geçer ve başka bir yere birden düşüvermişliğin verdiği korku uçar gider. Onlara düşen de unutmaktır sadece. Dünya’ya geldiğimiz ilk anı bu yüzden hatırlamayız.

      Her şeye hızlı bir şekilde adım atıp alışmaya çabalarken biraz zaman geçtikten sonra süregelen tek eylem unutmaktır. Bazı insanlar biraz zorlanır diğerleriyse çabucak uyum sağlar hayatın vazgeçilmez bu iki kuralına. Hatta alışmayı arzu etmeyenler bile zamanla alışır. Varoluş, dev çarklarında devasa insan havuzundan çok insan taşır. Böylece olağan karşılanmaması gereken şeyler sıradan olup çıkar. Mesela her köşede bir dilenci, her ruhta bir uğultu ve ağacı olmayan bir yeryüzü normal karşılanmaya başlar. Bunlar insanlar alıştıkça önemsizleşir. Tabii ki alışmaktan sonra gelen yegâne eylem unutmaktır. Ve unuttukça yeryüzünden sessizce silinir gider. Bir şeye alışırken bunun doğru olup olmadığını düşünün bu yüzden. İnsanlar diğer insanların aç yatmalarına, sokakta kalmalarına ve savaşlarda paramparça olmalarına göz yumduklarında alışmış olurlar. Kendi küçük dünyalarında yaşayanlar sırf rejimi karşılarına almamak için sustuklarında alışmış olurlar. Beton ormanların dünyanın akciğerlerine tercih edilmesini izleyip vah vah bile demeyen kişiler alışmış olurlar.

      Kuşkusuz alışmak ve unutmak gibi iki eylemin olumlu yanları da yok değil. Birinin yokluğuna alışabilirsiniz örneğin. Birden gittiğine inanamadığınız, sık görmediğiniz ama yokluğunu iliklerinizde hissettiğiniz birinin… Böyle zamanlarda alışmak faydalı üstelik huzurlu bir şeydir. Ama şüphesiz ikinci aşama biraz daha farklı olabilir. Onu tamamen unutmak istemeyebilirsiniz. Sesini en azından yüzünü hatırlamayı arzu edersiniz. Oysa toprak onu sizin yerinize sever ve her ayrıntısını bilir. Onun dış görünüşüne dair bilmediğiniz ne varsa sindirir. Kendine ekler. Misal yepyeni bir ortama alıştıktan sonra alışma sürecini unutuverirsiniz. Veya mızmız yeni bir aile üyesine kavuştuğunuzda yıllar yılları kovalar ve çektiğiniz pek çok zorluğu unutursunuz. Ya da yeni bir eve taşınıp muhitinize alışmaya çalışırken birkaç yıl sonra taşınırken çektiğiniz cefaları unutursunuz.

      Hayat özetle budur işte: Alışmak ve unutmak. Bazen uzun uzadıya bazen kısacık döngüler halinde devam eden bu iki kavram Dünya döndükçe ve insanlar üstünde durdukça birbirini peşi sıra takip edecektir. Sizler alışmanın ve unutmanın gücünü asla azımsamayın. Yaşamın alaycı ve hararetli dünyasında olumlu sonuçlar daima sizinle olsun.

2 Temmuz 2021 Cuma

DÜŞ GÜZELİ

 

Bunu dinlerken ahenge kulak verin.

                                                    Bunu dinlerken ise sözlerin derinliğine...


ESMERALDA

Bak şu kızın büyülü dansına

Yine altın hâleler düşmüş ipek saçlarına

Öyle güzel ki her gözü kamaştırır

O kara toprağın bağrından ışıltılı bir elmastır

 

Her baktığımda ona buğulanır gözlerim

Titrer gibi olur heybetli dizlerim

Her dönüşünde uçuşur etekleri

 İnsanı çileden çıkarır gülüşleri

 

Görünürde sadece bir Çingene

Gönüllerde taçsız bir kraliçe

O bir hayal belki bir parça da gerçek

Hugo’nun zihninden kopmuş eşsiz bir çiçek

 


BİR MARUZATIM VAR


 DİNLE BENİ

Dinleyin dostlarım, dinleyin beni

Paylaşmayalım artık gamı, kederi

Tükenmezdim zannettim, şimdiyse kabullendim kaderi

Düşkünmüşüm dostlarım, o beni mahkûm etti

Çıkıp gidin artık buradan, terk edin yüreğimi

Israr etmeyin sakın, defolup yalnız bırakın beni

Beni kurtların uluyuşunda, kuşların şakıyışında bırakın

Ne gözüme ne sözüme aldırmadan uzak diyarlara varın

Öylece bakayım gerekse arkanızdan söz dövünüp de ağlamam

Bilirim insanın insana vardır ihtiyacı

Fakat neye yarar ki insan bırakıyorsa yürekte bir acı

Gülmek, eğlenmek vardı daha; rüyalı gözlerle bakmak hayata

Borun pazarı geçmişse eğer eşeğini neden sürmez Niğde’ye beşer

Vakit dolmadı belki, toprak kucağına almadı beni

Yalnız doğmadım, yalnız öleyim; yanımda başka kalp çürütmeyeyim

Şimdilik bu tek dileğim…

 



1 Temmuz 2021 Perşembe

KELİME OYUNU 31

 


KELİME OYUNU 31

Beş kelime ile öykü, şiir, deneme benzeri yazı yazma etkinliğimiz varmış. İsteyen herkes katılabiliyormuş, beş kelime de verebiliyormuş. Haftanın kelimeleri Deeptone’dan J Davet üzerine ben de yazayım dedim.

Beş kelime: Lamba/Su/Uyku/Kedi/Radyo


Z KUŞAĞI HAYAL GÜCÜNE KARŞI

     Uykumun bilmem kaçıncı evresindeydim. Mışıl mışıl uyuyordum. Rüyamda kırmızı güllerle, kokulu mumlarla süslenmiş müthiş bir masa vardı. Masada yüzünü bir türlü seçemediğim biriyle oturuyorduk. Ne kadar çabalasam da kim olduğunu anlayamadım. ‘Affedersiniz, siz kimsiniz acaba?’ diye sordum. Bilinmez kişi ‘Benim canım.’ dedi. ‘İyi de kardeşim sen kimsin? Tanımıyorum ben seni ya. Romantik yemek falan ne oluyoruz?’ dedim. ‘Kuzum, evleniyoruz ya biz.’dedi. ‘Haydaa, al başına belayı. Ne münasebet? Bir kere her şeyin bir yolu yordamı var değil mi? Böyle damdan düşer gibi olur mu? Evlilik ciddi bir kurumdur. Nerede benim teklifim? Belki kabul etmeyeceğim.’ dedim. ‘Aşkım, sen zaten kabul ettin ya az önce.’ dedi. ‘Nee? Ben niye hatırlamıyorum? Yok, bu sayılmaz. Bir daha sor. Boşluğuma gelmiştir benim. Evlenmek istemiyorum ki ben.’ dedim. ‘Ne dedin aşkım? Duyamadım.’ dedi. ‘Canım benim, neyini anlamıyorsun sonsuza dek hayır diyorum burada.’ dedim. ‘Hee sen de benim canımsın.’ dedi. ‘Bak sinirimi bozma. Niçin anlamıyorsun çocuk? Zorla güzellik olur mu? Olmaz şekerim olmaz. Hadi başka kapıya…’ dedim. Kalkmaya yeltendim. Kalkamadım. Sanki sandalyeye yapışmıştım. Soğuk soğuk terledim. Şimdi yanmıştık işte.

       Bilinmez kişi elimi tutmaya yeltendi. İşin kötüsü elimi de oynatamıyordum. Allah’ım bu nasıl bir eldi böyle? Tüylü tüylü eli vardı. Hiç öyle görünmüyordu hâlbuki. Ne demişler: Görünüşe aldanma. İyice iğrenip can havliyle elimi çekmeye çalıştım. Ama nafile… ‘Yavrum, boş zamanlarında yarı zamanlı kurt adamlık mı yapıyorsun nedir?’ dedim. ‘Yemekler çok güzeldi değil mi bir tanem?’ dedi. ‘Alacağım ayağımın altına he. Ne vurdumduymaz herifsin.’ dedim. ‘Evet, ben de balığı daha çok sevdim.’ dedi. Allah’ım bu nasıl bir kâbus böyle. Uyanayım, uyanayım, uyanayım… ‘Gıcık.’ dedim. ‘Ben de seni seviyorum.’ dedi. Ay boğacağım ben bu adamı. Eli hala elimin üstündeydi. Iyy tüylü tüylü bir de… Pis adam… İnsanın tıraş bıçağından hiç mi haberi olmaz yahu? Biraz olsun sakinleşmek için masadaki suyu bir dikişte içtim. İşe yaradı mı? Valla hiç yaramadı.

      Nitelikli sapığım bu sefer masaya koca bir radyo koydu. Nereden buldu inanın hiçbir fikrim yok. Sanki gökten zembille inmişti. ‘Tatlım, bu annemden kalma antika bir radyo.’ dedi. ‘Bana ne canım neyse ne.’ diye kızdım. ‘Kemancılardan daha romantik olur dedim.’ dedi. ‘Yok romantizm yok evlilik… Yok yok maşallah.’ dedim. ‘Ne istersin bebeğim? Ne açayım sana?’ diye sordu. ‘Bana bak bebeğim falan deme bana. Nereden bebeğin oluyorum ben senin. Tanımam etmem seni. Çattık yaa.’ dedim. ‘Slow mu istersin? Yoksa daha hareketli bir şeyler mi?’ dedi. ‘Yavaş bir şeyler aç ki sinirim yatışsın en azından.’ dedim. Bizim keskin zekâ gitti metal bir şarkı açtı. Artık çocuğu parçalamam için bütün unsurlar tamamdı. Ama nasıl bir ses… Kulaklarımın imkânı olsa beni bırakıp giderlerdi muhtemelen. Metalci tipler son ses böğürürken o hala iştahla yemeğini yiyordu. Kapatmasını sert bir dille defalarca söyledim ama beni duyamıyordu. Çünkü metalci ağabeyler, çok sağ olsunlar, iyice coşmuşlardı. Gitarları parçalama faslında olabilirler diye düşündüm. Pes ettim. Boşta olan tek elimle kulağımı kapadım. Bir süre önümde umursamaz bir tavırla yemeğini yedi. Tabii ben iyice köpürdüm. Önündekini bitirince dans etmeyi teklif etti. ‘Ne dans edeceğim be seninle.’ dedim. ‘Aaa aşkım olmaz ama naz yapma hadi.’ dedi. Ben yürü git eşek herif diyene kadar ayaklarım beni onun kollarına götürdü. Allah’ım yardım et, çıldıracağım. İrademi yitirmek bu kadar kötü hissettiriyor muydu? Kıpırdayamadım bile. İki saniye içinde el ele göz göze dans ediyorduk. Çok üzgündüm.

      Keskin zekâ yine muhteşem bir fikir ortaya attı. Lambaları kapatıp loş, romantik bir ortam oluşturacakmış. ‘Oha, yavaş oluştur. O kadar da uzun boylu değil. Bıraksana kardeşim ne yılışıksın ya.’ dedim. Adamı ittirmeye çalışa çalışa canım çıktı. Başaramadım. Hala dans ediyorduk. ‘Işıkları söndürelim.’ dedi. Işıklar söndü. ‘Hayır, niye? Açın.’ dedim. Işıklar açıldı. Bir süre aç kapa aç kapa yaptık. Sonra baktım adamın sırtı da tüylü tüylü. Eee nasıl? Bu çocuk giyinik ki… Akıl sır erdiremedim. Kollarını elledim orası da aynıydı. Ne garip bir şey… Ellerimi suratında gezdirdim. Eee bu çocuk kıldan geçilmiyordu. Ama görünürde de tek bir kıl yoktu.

      Tam elimi yüzünde dolaştırırken ince bir sızı hissettim. O acıyla uyanmışım. Bir baktım elim kanıyor. Bizim Mahmut hemen olay yerinde kabarmış bir şekilde bana tıslıyordu. ‘Pist, uleen Mahmut alacağın olsun. Hani vefasız kedi gördüm de uyuyan sahibini ısıranı ilk kez görüyorum.’ dedim. Tabii hayvanın sinirini bozmuş olmam daha olasıydı. Anaa ne tüylü bu çocuk derken Mahmut’un sabrını zorlamıştım anlaşılan. Ama insan canı yanınca mantıklı düşünemiyor işte. Bizim Mahmut’u kışkışlayınca doğrulmak için hamle yaptım. Diğer kolum acayip karıncalanmıştı. Bir baktım o elimle başucumdaki abajurun ipini tutuyordum. Nasıl âlem biriyim ben ya? Gülerek ayağa kalktım. Ama gülüşüm yüzümde dondu kaldı. Kaşlarımı çattım. Zaten açık olan camdan sarkıp aşağıya doğru avazım çıktığınca bağırdım : ‘Heey! Toprak bacaksızı oraya getirtme beni. Oğlum biz bunları aşmadık mı ya? Gecenin köründe metal müzik dinlemeyeceğim demedin mi sen bana? Kemiklerini kıracağım hee!’ dedim. Toprak benim zıpır, genç komşum olur. Bağırdıktan sonra müzik kapandı Toprak camda belirdi. Bu gürültüde beni duyması mucizeydi. ‘Derya abla kusura bakma ya. Valla söz bak bir daha yapmayacağım. Yemin ederim. Annemlere söyleme tamam mı? Bak lütfen.’ dedi. ‘Oğlum bu kaçıncı? Gece gece karabasanlar bastı senin yüzünden. Nereye gitti Melahat teyzeler?’ dedim. ‘Söz veriyorum bir daha olmayacak Derya abla. Memlekete gittiler.’ dedi. ‘İyi, geldiklerinde selam söyle. Evi de başına yıkmamaya çalış tamam mı Toprak?’ dedim. ‘Tabii abla söylerim. Yıkmam, yıkmam.’ dedi. ‘Anlaşmayı hatırlıyorsun değil mi Toprak?’ dedim. ‘Evet, abla onlar gelene kadar ekmeğini alır, çöpünü çıkarırım.’ dedi. ‘Aferin, sana. Yoksa ne olur?’ dedim. ‘Yoksa söylersin abla.’ dedi. ‘Hadi Toprak görüşürüz o zaman. İyi geceler.’ dedim. Sonra ufak bir savaş kazanmışım gibi kendimi uykunun rahat kollarına bıraktım. Sabaha kadar deliksiz uyudum.

29 Haziran 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 97

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 97



"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"

Seriye zor bir soruyla giriş yapmış bulunuyorum. Konuyu seçen Deeptone’a teşekkürler. En çok mu bilmem fakat aklıma ilk gelen önem verdiğim şeyleri yazdım. Keyifli okumalar dilerim.

      Her ne kadar bu durumdan hoşlanmasam da biz insanlar sosyal yaratıklarız. Bu da beraberinde çeşitli ihtiyaçlar getiriyor. Örneğin konuşmak, anlaşmak, paylaşmak ve kaynaşmak bunlardan bazıları… Önemli, değerli olduğumuzu hissetmek istiyoruz. Sevildiğimizi bilmek, özel olduğumuza inanmak… Bu sebeplerden dolayı sosyalleşmek benim için son derece önemlidir.

      Kendini koruma mekanizması mı dersiniz bilmem ama yeni girdiğim bir ortamda hızlıca kendimi tanıtır sonra diğer insanları tanımaya çalışırım. Belki bu şekilde yabancı ve tanınmaz olanı bilinir kılıp rahatlıyorumdur. Kim bilir? Bunun dışında insanlarla konuşmayı, tanışmayı severim. Ne kadar farklı insanlar olurlarsa bu o kadar hoşuma gider. Kimle ne şekilde konuşmalıyım, nelerden bahsetmeli ve nelerden bahsetmemeliyim gibi soruların hepsini sohbet ede ede öğrendim. Yani iletişim benim için son derece önemlidir.

      İkinci sırayı aileye veriyorum. Aile, bizim toplumumuzda toplumun en küçük yapı birimi olarak kabul görüyor. Bir ara bu duruma acayip sinir oluyordum. Yalan yok bireyciliği çılgınca savunduğum zamanlar oldu. Eskiden toplumun bireylerden oluşması gerektiğine tüm kalbimle inanıyordum. Ama şimdi işler biraz olsa da değişti. Etrafta ailenin bireyler üstündeki olumlu ve olumsuz etkilerini gördüm ve biraz yumuşadım.

     Dediğim gibi aile benim için önemli olan kavramlardan biridir. Nazara inandığım için uzun uzadıya anlatmayacağım. Ama ufak bir ipucu vereyim: Herkes ailevi problemlerden bahsederken ben susardım.

     Önemli gördüğüm şeylerden biri de yazmaktır. Yazmak benim için damarlarımdaki kan gibidir. Gayet sıradan ve tabii bir ihtiyacımdır. Kendimi bildim bileli yazarım. Ufacık ellerimle dedeme, babaanneme yazdığım şiirler hala durur. Bir de yine küçükken börtü böceğe methiyeler düzdüğüm metinlerim vardır. Hatta bir videoda ‘Ne olacaksın?’ sorusuna ‘Yazar.’ der cevabı yapıştırırım. Hayat konusunda çocuklar hep daha iddialı olur bilirsiniz. Minik versiyonumun bu ölçüsüz davranışını affediniz. Elbette iki metin bir şiir yazan yazar olamaz. Sağlam bir yürek ve açık bir zihin gereklidir. Ama hayal gücünün sonu yok.

       İnançlı biriyim. Bu nedenle dinime önem verir gerektirdiklerini yapmak için elimden geldikçe çaba sarf ederim. Onu araştırırım, incelerim. Yeri geldiğinde yumuşak, tatlı bir dille sadece anlatırım. Benden kat kat güçlü bir yaratıcının varlığına sığınmak içimi huzurla dolduruyor. Bu sizin için değişebilir tabii. Belki uzak doğu felsefelerine ilgi duyuyorsunuz. Ya da bin bir çeşit din felsefesinden birine… Ya da belki metafizik size tamamen saçma geliyor. Hepsi imkân dâhilinde… Fakat huzuru bu saydıklarımın içinden birinde hala bulamadıysanız çabalamayı bırakmayın. Çünkü bulduğunuzda tadına doyamıyorsunuz. Huzur pek çok şeyin üstünde şahane bir duygudur.

      Şimdi aklıma kitap okumak geldi. Kitaplara da epey önem veririm. Küçükken kitap okuma alışkanlığı kazandığım için çok mutluyum. Buradan bunu sağlayabilen tüm ilkokul öğretmenlerine kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Benim için kitap okumak çizgi film izlemek kadar zevkliydi. Belki çok güzel kitaplarla karşılaştım ya da doğru şekilde yönlendirildim. Hangisi oldu bilmiyorum ama ne olduysa çok güzel olmuş. Kitaplarla ilgili serüvenime klasiklerle başladım. Tabii ince, sadeleştirilmiş halleriyle haşır neşir oldum önce. İlk kez orada maceracı çocukları, aristokrat kadınları, can dostu evcil hayvanları tanıdım. Kitaplar benim için hala eğlenceli ve öğretici bambaşka diyarlardır.

      Sıralamayı doğru yaptığımdan pek emin değilim. Çalakalem yazıyorum. Siz de takılmayın buna. Aklıma, sağlık geldi. Yedi canı kalan bir kedi olarak konuşmam gerekirse sağlık çok çok önemlidir. Genelde şanslı olmama rağmen dört ayağımın üstüne düşemediğim de oluyor. Siz siz olun önceliği sağlınıza verin. Bu işin şakası yok. Her şeyin başı sağlık…

      Sahi es geçemeyeceğimiz bir konu daha var: O da para. Ne diyor şarkı ‘Para, para, para varlığı bir dert yokluğu yara’… Aslında her şey tertemiz özetlenmiş. Ama ben şahsi kanaatimi söyleyeceğim. Bana göre para bir amaç değildir yalnızca araçtır.

      Tüm bunlar dışında nezaket de önemlidir. Kimse kendisine kaba davranılmasını istemez. Biz kibar ve nazik olursak bize de arzu ettiğimiz gibi davranılır. Her türlü şartta kibarlığı elden bırakmamakta fayda var. 

      Okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım sıkmadım.

24 Haziran 2021 Perşembe

BİZİM İÇİN ÖL

 


    BÖLÜM 5

      ‘Hadi söyle o zaman ne bu? Meraklandırma beni.’ dedim. ‘Bu birkaç ay önce beni tehdit etmek için kullandıkları mermi kovanı.’ dedi. ‘Şu kargoyla gelen mi?’ dedim. ‘Ta kendisi…’dedi. ‘Şu ana kadar kimlerin seni tehdit ettiğini öğrendiğini umuyorum Karmen. Bu bilgi bayağı işimize yarar. ‘Öğrendik tabii öğrenmesine ama isimlerini net hatırlamıyorum. Bir bakayım. Pınar’a söyleyeyim arşivden birkaç dosya getirsin.’ dedi. Kısa bir telefon görüşmesi yaptı. ‘Hem tehlikeye atılan bir tek ben değilmişim demek ki.’ dedim. Karmen bıkkınlıkla cevap verdi. ‘İkisi aynı şey değil bir kere. Sen kendini riske atıyorsun. Ben onca önleme rağmen kendimi riskin içinde buluyorum. Çok farklı yani...’ ‘Aman ne dersen de ben sonuca bakarım.’ dedim. Omuz silkti. Sonra ‘Hiç mi hatırlamıyorsun isimlerini?’ dedim. Karmen ‘Ya kırmızılı, kızıllı bir şeydi ama… Yok, net hatırlamıyorum. Kırmızı zümrüt müydü safir miydi öyle bir şey…’ dedi. Gülerek ‘Yok, deve… Kusura bakma da böyle absürt örgüt ismi ne duydum ne gördüm Karmen’ dedim. O da güldü. ‘Haklısın haklı olmasına fakat aylar geçmiş üstünden. Bir de çok üzerinde durmamıştım bu konunun. Yoksa hafızam iyidir, bilirsin.’ dedi. ‘Öyledir öyledir bilmez miyim? (!)’ ‘Sarp, bak bozuşmayalım haa!’ dedi. En sevimli halimle ‘Takılıyorum Karmen boş ver sen beni.’ dedim. Gözlerini devirdi. O arada Pınar kapıyı çalıp içeri girdi. Uzun zamandır görüşememiştik onunla. Pınar da bizim -tabii daha çok Karmen’in- asistanımızdı. Yalnız daha önce de anlattığım gibi burada ast üst ilişkisinden çok arkadaşlık ilişkisi hâkimdi. Bu sayede Pınar ile aramız çok iyiydi. Selamlaşıp kucaklaştık. Biraz havadan sudan konuştuk. Bana geçmiş olsun dileklerini iletti. Ardından hemen konumuza döndük. Karmen biz konuşurken dosyaları incelemişti bile. Pınar elinde bir paket daha getirmişti. Soran gözlerle baktığımı görünce ‘Bunu da kanıt odasından getirttim. Bu Karmen’e yollanan mermi…’ dedi. Aceleyle ‘Çıkartsana bir bakalım. Uyuşup uyuşmadığından emin oluruz.’ dedim. Pınar paketten çıkarttığı şeffaf poşetin içindeki mermiyi masaya koydu. Aynı kırmızı renk, aynı kalibre…’ Bunun üstüne Karmen’e dönerek ‘Eee kimmiş bunlar?’ dedim. ‘Kızıl Yakut diye bir örgütlermiş. Başında -adından anlaşılacağı üzere- Yakut lakaplı bir adam var.’ ‘Belalılık dereceleri ne âlemde peki?’ Pınar söze karıştı. ‘Hiç iç açıcı olduğunu zannetmiyorum. Son on iki-on üç olayda bu heriflerin ismini duyduk.’ Karmen sordu ‘Hangi derecedendi bu olaylar? Sistemdeki girişleri nereden yapılmış?’ dedi. ‘Onu direkt söyleyemem. Ufak bir tarama yapmam gerekir.’ dedi. ‘İşini hallettiğin gibi gel tamam mı? Kaybedecek vakit yok.’ dedim. ‘Tamam, hiç merak etmeyin.’ dedi. Yanımızdan ayrıldı.

      Karmen dirseklerini masasına ellerini de yanağına koymuş somurtuyordu. Küçük, şirin, tatlı bir kız çocuğu gibiydi. Konuşmaya başladığı an yine sarsılmaz kadın imajına büründü. ‘Böyle olacağını biliyorduk. Elbette bu yolda başımıza bir sürü dert açılacaktı. Yine de bu kadar erken olabileceğini düşünmemiştim.’ dedi. ‘Yalan yok ben de sanmazdım. İyi tarafından bakarsak doğru yoldayız. Düşünsene birileri yaptığımız şeylerden o kadar rahatsız ki belgelerimizi çalıyor yetmiyor bizi ölümle tehdit ediyor. Bu da bir şeydir.’ dedim. Karmen ‘Evet, arı kovanına çomak soktuğumuzu anladım. Tabii senin tuzun da kuru. Tehdit edilmiyoruz. Farkındaysan ben tehdit ediliyorum.’ dedi. ‘Aaa hiç olur mu anca beraber kanca beraber Karmen.’dedim. Yerimden kalkıp ona sarılmaya gittim. ‘Of sululuğun üstünde yine Sarp… Çekil sırnaşma. İşin gücün yok mu? Hadi canım seninkiler seni bekler.’ dedi. ‘Öyle olsun. Ne yapayım giderim ben de. Ama sandığın gibi uzağa değil. Civardayım yine. Önlemleri de arttıracağım biraz.’ dedim. Karmen ‘Tamam tamam nasıl istiyorsan öyle yap yeter ki odamdan çık. Biraz kafa dinleyeyim.’ dedi. ‘Nasıl isterseniz efendim.’ dedim ve odadan çıktım.

* * *

      Henüz birkaç saat geçmişti ki Pınar, Karmen’in acilen beni çağırdığını söyledi. Merakla Karmen’in yanına gittim. Pınar’ın yaptığı taramanın sonuçlarını masasına yaymış, her yeri dağıtmıştı. Ben içeriye girdiğimde kafasını kaldırmadı. ‘Heriflerde ne ararsan var. İşin kötüsü benim sözümün geçmediği insanlarla da çalışıyor. Organize suç örgütü en başında… Sonra şantajcılık, tetikçilik, dolandırıcılık, kaçakçılık… Say say bitmiyor. Liste uzadıkça uzuyor. Ve öğrendiğime göre yer altı dünyasında bu işlerin her birinde adeta bir dünya markasıymış.’ dedi. ‘Epey kötüymüş.’ diyebildim. Pınar ‘Bu şu ana dek aldığımız en karanlık iş.’ dedi. Karmen’in gözleri parladı. Muhtemelen bir fikri vardı. ‘Bu adamlara karşı sahada hiç şansımız yok Sarp. Adamlar yıllardır bu işlerin içinde. Ama biz ayakta kalmak zorunda olan yeni bir kurumuz. Bence gidip konuşmayı, uzlaşmayı deneyelim. Muhakkak yumuşak bir karınları vardır. Belki birkaç aylık minik bir barış anlaşması imzalayabiliriz. Temelli olması imkânsız gibi görünüyor. Kim bilir o bile olabilir. Onları ne kadar çaresiz bıraktığımıza bağlı…’ dedi. ‘Karmen, delirdin mi sen? Daha az önce pis işlerde dünya markası diyordun onlara. O tiplerin seninle aynı masaya oturacak kadar medeni olduğunu mu zannediyorsun? Seni buldukları yerde öldürürler. Nasıl bu derece vurdumduymaz olabiliyorsun aklım almıyor. Adamlar sana mermi gönderiyor, seni öldüreceğiz diyorlar. Sen de buyurun öldürün der gibi tıpış tıpış ayaklarına gitmekten bahsediyorsun olacak iş değil. Bana tedbirsiz diyene de bak.’ dedim sinirlice. ‘Bana güven. Kimse kaz gelecek yerden tavuk esirgemez.’ dedi. Başlarım kazına da tavuğuna da diye içimden söylendim.

                                                                                                            * * *

      Yarım saat sonra transporter siyah bir arabanın içinde Karmen ile karşılıklı oturmuş ecelimize doğru yol almaya başlamıştık. Ne dediysem dinlemedi ne anlatmaya çalıştıysam anlamadı. Karmen işte… İlle burnunun dikine gidecek. Tabii önlemlerimi almıştım. Yalnız ne kadar fayda eder onu görecektik. Buluşmaya gittiğimiz adamların insanlıktan azıcık nasiplerini almış olması için dua ediyordum.

 

21 Haziran 2021 Pazartesi

BİZİM İÇİN ÖL

 

Karmen: Parlak kırmızı


BÖLÜM 4

      Şu an bulunduğumuz bu bina çok amaçlı olarak kullanılıyordu. Sorgu odalarımız, toplantı odalarımız, koca bir kütüphanemiz, arşivimiz, irili ufaklı pek çok ofisimiz, yemekhanemiz, tam teşekküllü revirimiz, hatta küçük bir laboratuarımız bile vardı. Karmen ve ben buradaki hiyerarşiyi oluşturmak için epey emek vermiştik. Kolay olmamıştı. Bünyemizde iki ana dal vardı: Saha çalışanları ve ofis çalışanları. Ben sahayla ilgilenirdim Karmen’se ofisle… Saha için ayrı bir yerleşkemiz vardı. Ben genelde orada olurdum. Düzeni sıfırdan kurarken Karmen öyle kuralcıydı ki bazen beni çileden çıkartıyordu. Her şeyi kitabına uygun yapmak istiyordu. Ama ne kadar haklı olduğunu sonradan anladım. Onun sayesinde politik açıdan hiç hezimete uğramadık. Karmen’in bayıldığı bir hukuk konseyi vardı. Konseydeki kişileri mülakatla bizzat kendisi seçmişti. Yedi avukat yanılmıyorsam sekiz hâkim ve dört tane savcıdan oluşan bu ekip oldukça donanımlıydı. Yer yer sözü açılınca ne kadar başarılı işler yaptıklarından uzun uzun bahsederdi. İşte bu konsey bizim kemik kadromuz sayılırdı. Onlar zamanında saatlerce çalışarak tüm hamlelerimizi kanuna ve tüzüğe uygun hale getirmişlerdi. Başka bir deyişle anayasadaki çatlakları bulup bunu lehimize çevirmişlerdi. Yani bu konsey üyeleri kurumdaki en hatırı sayılır insanlardır desem yeridir. Örneğin hepimizin bildiği gibi alıkoymak bir suçtur. Ama eğer şahsı kendi evinde alıkoymayı başarırsanız bu suç teşkil etmez. Çünkü yasalar şahsa ait bir konutun sizin egemenlik sahanızda olabileceğini kabul etmez. Bu tarz ufacık oyunlar bizi her daim bir sıfır öne geçirmiştir. Üstelik tahmin edeceğiniz gibi değerli arkadaşlarımız bunu babalarının hayrına yapmıyor. Onlarda diğer tüm arkadaşlarımız gibi gayet göz dolduran maaşların yanında, ek mesai ücretleri, aklınıza hayalinize gelmeyecek her çeşit sigorta, türlü türlü gelecek güvenceleri alıyor. Ve en önemlisi onlara peşinden gitmeye değer bir amaç veriyoruz. Anlayacağınız altları kuru, karınları tok böylece kurumumuza maksimum katkı sağlayabiliyorlar. Bünyemizde bu bahsettiğim hukuk kadrosu dışında eğitim, finans, sağlık, ticaret, hizmet, turizm, ulaştırma ve haberleşme alanında pek çok kişiyle omuz omuza çalışıyoruz. Dışarıdan bakıldığında son derece gayri resmi görünen kurumumuz aslına bakıldığında son derece resmidir.

               * * *

      Bütün bunlar dışında Karmen ve ben vakit kazanmak için yerleşkelerimizde kalıyoruz. Çatı katı iki binamızda da bize aittir. Her ikisinde karşılıklı iki odamız ve ortada da aynı şekilde tasarlanmış sade, nezih bir salonumuz bulunur. Karmen dün burada kalmam için ısrar etmişti. Aslında öteki yerleşkeye gitmem gerekirdi. Eminim beni bekleyen tonla iş vardı. Fakat onu kıramadım elbette halim de yoktu onca yol tepmeye. İkinci binamız şehir dışına yakındı. Karmen ile saha çalışanları için özel olarak seçmiştik. Devasa bir bahçesi vardı oranın. Neyse burada kalmıştım işte. Karmen pazar dâhil her gün 06.30’da uyanır. Hep yapacak daha fazla işi vardır çünkü. Başkalarının çok çalışmasını istiyorsan önce sen çok çalışmalısın der. Haksız da sayılmaz hani.

       Bacağımın ağrısı beni uyandırdığında saat 05.45’ti. Uyumak için çabaladım ama uyuyamayacağımı anlayınca yatağımda doğruldum. Onu beklemeye başladım. Çünkü uyanıp giyindikten sonra hemen yanıma gelip biraz daha dinlenmem gerektiğini söyleyecekti. Saat 06.45 olduğu gibi odama damladı. ‘Günaydın, kalkmıyorsun tamam mı?’ dedi. Kırmızı bir takım giymişti. Saçlarını da zahmetsizce topuz yapmıştı. ‘Kalkmazsam nasıl beraber kahvaltı yapacağız?’ diye sordum. ‘Yapmayız olur biter. Dinlenmen lazım. İyi görünmüyorsun.’ dedi. Kızarak ‘Karmen ne zamandır oturup iki çift laf etmedik. Onu geçtim hani konuşacaktık. Zaten böyle anlaştık ya. Yoksa bana kahvaltıyı fazla mı görüyorsun?’ dedim. ‘Sen de hep mazlumu oyna hep!’ diye sitem etti. Sonra ‘Anlaştık biliyorum ama sen iyi hissettiğine emin misin? Şu haline bak bir.’ dedi. ‘Hadi hadi iyiyim ben, sen hep ne dersin vakit nakittir uzatmayalım.’ dedim. Gönülsüzce ‘Peki istediğin gibi olsun.’ dedi.

               * * *

      Odamdan çıktım bir de göreyim masa bin bir şeyle donatılmıştı. Anlaşılan Karmen bana kıyak yapmıştı. Çünkü o genelde basit ve hızlı tüketilen yiyecekler tercih ederdi. Masaya oturdum. Karmen söze başladı. ‘Eee anlat bakalım benim bir numaralı adamım, projemin ortağı ve can dostum canını niye bu şekilde tehlikeye atıyor? Sarp nasıl böyle bir gaflete düştün aklım almıyor. Tatlım, emrinde yüzlercesi var. Her işi kendin halletmek zorunda değilsin. Kendimden bildiğim için söylüyorum. Her şeye yetişmek imkânsız.’ dedi. Karmen’le tartışmak zordu. Eğer haklıysa bunu kabul ettirir daha sonra istemediği şeyin tekrarlanmaması için güvence alırdı. Yine de bu konuşmanın bir dost sohbeti olmayacağını önceden kestirmiştim. Şansımı denedim ‘Karmen, her şey birden gelişti. Başta önemli bir iş olduğu için ben halletmek istedim. Ama sonra işler sarpa sardı.’ dedim. Karmen ciddiyetle devam etti. ‘Sarp, bak bizim sana ihtiyacımız var anlıyor musun? Ölseydin ne olacaktı? O kadar çok kan kaybetmişsin ki buraya ulaşman bir mucize olmuş. Sahaya inme otur oturduğun yerde demiyorum. Tabii ki in orada çalışacak arkadaşlarımızı yetiştiriyorsun. Ama tedbirsiz işlerden nefret ederim biliyorsun. Koca bir haberleşme ağına boşuna mı para döktüm yani. Ufacık bir verici sinyaliyle bizimkileri harekete geçirebilirdin. Neden yapmadın?’ dedi. Derin bir nefes aldım. ‘Endişelerini anlıyorum Karmen. Gerçekten sana hak da veriyorum. Ama işler her zaman tereyağından kıl çeker gibi ilerlemiyor. Konseyin geçen aylarda bahsettiği köstebek olayını hatırlıyor musun? Hani sunucularımızdan yüklü miktarda dijital belge çalınmıştı.’ dedim. ‘Evet evet, unutmak ne mümkün rüyalarıma giriyor bazen.’ dedi. ‘Hah işte o işe bulaşan heriflerden birini tespit ettik. Bir iki kez elimizden kaçırdık. Sonunda elde etmek istedikleri bir doküman olduğunu öğrendik. Dokümanı satar gibi yapıp herifi yakalayacaktık. Her şeyi ayarladık. Ama adam gelmedi. Öyle olunca çocukları buluşma yerinin etrafına yaydım. Şüphelinin yakınlarda olduğunu biliyordum. Çünkü daha önce telefonlarını dinlemiştik. Civarda bir buluşmaları daha vardı. Şifreli konuştukları için yeri saptayamamıştık ama adam bizim olduğumuz yere çok yakın olduğunu söylemişti. Bizimkilere oldukça güvendiğimden herkesi tek yolladım. Bu sayede adamı bulma şansımız artacaktı. Muhtemelen o ara sinyal kesici kullandılar bizimkilerle bu yüzden haberleşemedim. Bir süre sonra önümde sürekli arkasına bakarak yürüyen siyah şapkalı birini gördüm. Elinde bir sırt çantası vardı. Blöf yaparak dur kaçma dedim. Adam koşmaya başladı. Peşinden ben de… Zaten aramızda çok mesafe yoktu. Zıplayıp üstüne atladım. Beraber yuvarlandık. Bir müddet sokağın orta yerinde boğuştuk. Sonra ben onu güç bela daha sote bir yere sürükledim. Bu arada hala kavga ediyorduk. O sıra bir sızı hissettim bacağımda ama çok kötü değildi. O hengâmede yaramın ciddiyetine varamadım. Kafama sağlam bir darbe alınca da dünya dönmeye başladı. Fırsat bulup  silahımı çekene kadar herif yeniden kaçmaya başladı. Gerisini zaten bildiğini düşünüyorum. Arkadaşlardan dinlemişsindir.’ Karmen ‘Evet, sonrasını biliyorum. Ucuz yırtmışsın. Şu hırsız herifleri bir yakalasak... Çok önemli bilgiler vardı o kayıtlarda. Bir dahakine bu tarz işleri masa başında bitirebilir miyiz ona bakalım. Senden bir tane var Sarp. Seni kaybetmeyi göze alamam.’ dedi. ‘Teşekkürler Karmen, ben de seni seviyorum.' Karmen 'Uff dalga geçme.' dedi. ‘Ha bir de şuna bak.’ diyerek cebimden 9 mm’lik kırmızıyı çıkarttım. Karmen donakaldı ‘Sarp, bu… Bu o.’ dedi. ‘Ben de bildiğini düşünmüştüm Karmen.’

 DEVAM EDECEK

20 Haziran 2021 Pazar

BİZİM İÇİN ÖL

 

Karmen kırmızısı
BÖLÜM 3

      Bacağımdaki sargı benzeri şey çoktan işlevini yitirmişti. Birden ayaklandığım için yaramdan yine kan sızmaya başladığını hissettim. Üstüne her bastığımda keskin bir sızı duyuyordum. Tabii baş ağrımı da unutmamak lazım... Hafif topallayarak dar, loş koridorda yürümeye devam ettim. Silahı ileriye doğrultmuştum. İçeride geniz yakan iğrenç ekşi bir koku vardı. Duvarlar rutubetten kabarmış yer yer dökülmüştü. Floresanların soluk ışığı tek ışık kaynağıydı. Görünürde başka hiçbir şey yoktu. Koridor bitti. Şimdi önümde biraz daha genişçe bir oda vardı. Önce kulak kabartıp dinledim. Çıt çıkmıyordu. Sağımı solumu hızlıca kontrol edip odaya girdim. Bu da neydi şimdi? Burası mutfaktan bozma depo tarzı bir yerdi. Sağda iki üç tane kırık dökük mutfak dolabı vardı. Solda da alabildiğine ıvır zıvır… Ha bir de ön tarafa bakan bir pencere… Karton kutular, naylon poşetler, bozuk elektrikli eşyalar, miladını doldurmuş birkaç mobilya… Anlam veremedim. Ceketimin cebinden eldivenlerimi çıkarıp giydim. Eşyaları üstünkörü eşeledim, bir şey bulamadım. Mutfak dolaplarını karıştırdım orada da kayda değer bir şey yoktu. Odanın tek penceresinin önüne gittim. Yılların birikmiş pisliği vardı sanki üstünde. Camı açtım kaçmaya uygun olup olmadığına baktım. Hemen yanda balkonu olan bir bina vardı. Balkonun yanındaysa bir direk… Valla kaçmak için biçilmiş kaftanmış dedim içimden. Camı kapattım şu eşya yığını yine gözüme ilişti. Bir umut tekrardan karıştırmaya başladım. Çeri çöpü yığından ayırdım ama hala kıpırdatmadığım eşyalar vardı. Kocaman vitrinin arkasına bakmaya yeltendim. Eşek ölüsüydü mübarek. Zorla ittirip arkasına baktım bir şey çıkmadı. Leş gibi bir kanepe vardı. Oraya bakmak hiç içimden gelmedi. Pişman olmamak için hadi bakayım dedim. Üstünde dev anası bir radyoyla tarihi eser bir süpürge vardı. Onları çektikten sonra kanepeyi kaldırıp içine baktım. İrkildim bırakıverdim. ‘Hay size dee, sizin yapacağınız işe dee… Allah bin türlü belanızı versin.’ dedim. Birden çok korktum ya bu benim aradığım adamsa… ‘Hayır, hayır, hayır yalvarırım öyle olmasın.’ diye inledim. Anında tekrar açtım. Ne vardı bilin. Daha bu sabah takıştığım izbandutlardan birinin cansız bedeni… İki seksen uzanmıştı it. Hem de şu kafamı yaran şerefsizdi bu. Beni tehdit ettiği şekilde öldürülmüştü. Kafasına tek kurşun sıkmışlardı. Derin bir oh çektim. Peşinde olduğum adamın hayatı hala benim elimdeydi. Sözümü tutmak için şansım vardı. Kanepe kapanmasın diye araya az önce kenara koyduğum radyoyu sıkıştırdım. El yordamıyla adamın üstünü aradım, ceplerini karıştırdım. Silah, kimlik, cüzdan, para gibi hiçbir şey yoktu. Yolun sonu… Burada işim kalmamıştı. Bizimkilere ulaşıp ulaşamadığımı tekrar kontrol ettim. Ses seda yoktu. Zaten tüm işlerimizi planlı yapardık. Bu yüzden onların başlarının çaresine bakacağını biliyordum. Çoktan dağılıp uzaklaşmış olmalıydılar. İşin kötüsü ne dolaplar döndüğünü anlayamamıştım üstüne bir de şu ceset eklenmişti. İzbandutların irisine ne olmuştu? Diğerini ne diye öldürdüler? Hangi konuda anlaşamadılar? Mermi kimin silahından ateşlendi? Kırmızı kovan cevap değil daha çok soru getirmişti. Adamım nereye kaçmıştı, nerede saklanıyordu? Acaba çoktan ölmüş müydü yoksa hayatta mıydı? Bütün bu soruları boş vermek zorunda kaldım.  Bacağım beni öldürüyordu. Bir an önce güvenli bir yere gidip tedavi olmak istiyordum. Seke seke bu garip yerden çıktım. Çıktığımda gözüm kamaştı. İçerinin ne kadar karanlık ve loş olduğunu bir kez daha kavradım. Tilki ve kürkçü dükkanını bilirsiniz. Ben de kürkçü dükkanıma doğru yola koyuldum.

* * *

      Tökezleye tökezleye binamızın önüne geldiğimde kapıdaki arkadaşlar koşup yetişti. ‘Sarp iyi misin? Bu ne hal böyle?’ dedi biri. Diğeri de ‘Hemen reviri hazırlatıyorum.’ dedi. Bense ‘Yok yok iyiyim. Karmen burada mı?’ dedim. O da ‘Burada burada önemli bir görüşmesi vardı yukarıda odasındadır.’ dedi.   Ben içeriye girince koşuşturmaca başladı. Tekerlekli sandalye getirip beni oturttular. Normalde hiç sevmem böyle ilgi odağı olmayı herkes bilir bunu. Çünkü canım yanmaz benim öyle bir imajım vardır. Hani derler ya kötüye bir şey olmaz iyiyi de Allah korur hah tam o tipim ben işte. Demek ki halim harap görünüyordu. Yoksa teklif dahi etmezler kızacağımı biliyorlardır. Bir iki kere tamam abartmayın demeye çalıştıysam da dinletemedim. Revire gittik doktorumuza göründük. Kan takviyesi aldım. Kafama ve bacağıma birkaç dikiş atıldı. O ara başımdan geçenlerin bir kısmını kısaca anlattım.

       Karmen’in odasına giderken yolda gördüğüm arkadaşlarla selamlaştım, konuştum. Nihayet odaya vardığımda kapıda takım elbiseli üç adam gördüm. Hayret bizim Karmen görmeyeli koruma mı almıştı? Şaşırdım. Beni tanıyorlardır diye düşünüp kapıya davrandım. Hödüklerden biri ‘Şşş beyefendi giremezsiniz şu an müsait değil içerisi.’ dedi. Ne yani ben evim saydığım bu yerde kırk yıllık dostumun, ortağımın yanında böyle mi karşılanacaktım? Tepem attı. ‘Sarp ben, söyle adamlarına yolumdan çekilsinler uslu uslu. Nelerle uğraştım zaten tüm gün bir de senle uğraşamayacağım. Karmen söylemedi mi size bana tüm kapılar açılır burada.’ diye gürledim. Adam benden bir baş uzundu aşağı bakarak cevap verdi ‘Bak kimsin, nesin bilmiyorum ama bu kapı içeriden açılana kadar kimseyi içeri sokmam ben. Aldığım emirler belli. Zor kullandırtma bize şimdi. İkile hadi.’ dedi. Sesim iyice yükselmişti ‘Bana bak fena olur haa çekil önümden, yıkıl karşımdan hadisene.’ diye bağırdım. Tam adamla birbirimize kafa göz dalmaya hazırlanıyorduk ki Karmen hışımla kapıyı açtı. Beni görünce önce şaşırdı çatılan kaşlarını indirdi sonra biraz sitemle ‘Aaa Sarp ne yapıyorsun canım? Görüşmedeyim.’ dedi. Gülüşüp sarıldık. Özlemişim bu kadını. Zaten ne zaman göremesem özlerim. Kendini özletmeyi bilir. Karmen beni eliyle odaya buyur etti. Odaya girmek için hamle yaptığımda korumalardan biri yolumu kesip ‘Başkası giremez. Efendimiz içeride.’ dedi. Karmen buyurgan bir sesle ‘Kuzum, o başkası değil ki o Sarp.’ dedi. Koluma girdi içeriye geçtik. İçeride orta yaşlarda düzgün giyimli bir adam vardı. Gergin olduğu her halinden belliydi. Elindeki mendille sürekli alnındaki boncuk terleri siliyordu. Karmen, bana adamın karşısındaki koltuğu göstererek ‘Buyur, tatlım kapıdakiler adına beni affet.’ dedi. ‘Lafı bile olmaz Karmen, senin bir suçun yok.’ dedim. Adamla göz gözeydik. En azından gözlerimiz aynı hizadaydı. Fakat herif gözlerini habire kaçırdığından göz teması söz konusu değildi. Karmen sohbetine devam etti ‘Eveet, nerede kalmıştık Cüneyt Bey? Haa en son beni ikna etmeye çalışıyordunuz. Babanızı öldürüp servetine konmamıştınız değil mi? Ya da Ağva’daki otelinizin ortağını dolandırmamıştınız? Hımm başka başka ne vardı konuştuğumuz? Ha bir de şey vergi ve insan kaçakçılığı, kara para aklama falan. Ne basit geliyor kulağa değil mi böyle söyleyince?’ dedi. Cüneyt kem küm ederek ‘Efendim her şey anlattığım gibi oldu. Valla yemin ediyorum. Babam ecelinden öldü. Ortağıma hiç öyle şey yapar mıyım? O beni dolandırdı. Mağdur benim asıl. Vergi, vergi…Şey…eee. İnsanlara yardım edeyim demiştim parayla değil ha hayrım olsun demiştim. Kara para falan bilmem ben hiç. O neymiş?’ dedi. Ama adam bariz ecel terleri döküyordu. Karmen iyice sıkıştırdı ‘Öyle mi Cüneyt Bey? Nefesinizi boşa harcamayın arzu ederseniz. Önümde gördüğünüz kalın dosyada yediğiniz haltlar tüm ayrıntılarıyla kayıtlı. Görgü tanıkları, video ve ses kayıtları, nokta atışı tarihler, yerler, kişiler… Ve sakın korkmayın biz son derece adaletli bir kurumuz. Hak ettiğinizi bulacağınızdan emin olabilirsiniz. Sizi asla hayal kırıklığına uğratmak istemeyiz sonuçta.’ dedi. Adam baktı bu böyle olmayacak işi çirkefliğe vurdu. Başladı konuşmaya ‘Siz kim oluyorsunuz da bana ahkâm kesebiliyorsunuz? Bu ne cüret! Bu ülkenin polisi, askeri, devleti, yasası, yargısı yok mu kardeşim? Oh ne ala her aklına gelen yargı dağıtsın. Yok öyle yağma! Çalıştım didindim koca bir servet edindim. Nasıl yaptımsa yaptım. Çaldım çırptım diyelim sizi ne ilgilendirir. Onu da sizin gibi çapulculara yedirtmem.’ dedi. Hâlbuki Karmen’in nerelerde kulağı nerelerde gözü olduğunu en iyi bilenlerden biriydi eminim. Karmen’in nüfuzu o kadar güçlü ve sarsılmazdı ki bazen ben bile şaşırıyordum. Adam bilmeden Karmen’in en nefret ettiği şeyi yapmıştı: Otoritesini sorgulamak. Karmen oturduğu yerden kalktı. Sakinleşmek için bir iki kez soluk alıp verdi. Eminim işe yaramamıştı. Gözleri alev saçıyordu. Adamın başında volta atmaya başladı. Yüksek ve kızgın bir sesle ‘Cüneyt, ne kadar üzeceksin beni daha? Biliyorsun üzülünce sinirleniyorum sinirlenince seni üzüyorum. Daha önce sen beni yine bu şekilde sorguladın peki ne oldu? İyi olmadı. Seni üzmemem için çabalamaya ne dersin Cüneyt. Akıl almaz sorularına gelirsek birincisi olmaz olur mu bu ülkede yasa gırla elbette ama nedense uygulamada hep bir aksaklık bir sorun… Biliyor musun? Ben deli oluyorum aksaklıklara. Hak verirsin ki hepsini de tek başıma çözemiyorum. Bu nedenle arkadaşlarla kafa kafaya verdik bu şekilde. Ve sen hesap vereceğim kişiler arasında yer almıyorsun bile.  İkincisi bu söylediklerin de kanıt niteliğinde bu nedenle dosyaya eklenecek haberin olsun cicim. Üçüncüsü benim işimi zorlaştırma adam şimdiye dek tatlı tatlı konuştuk. Ama senin dilinden konuşmasını da biliyorum gerçi sen bunu zaten biliyorsun. Değil mi? Bir de senin servetin benimkinin yanında üç beş kuruş bir şey avam herif senin kirli parana sulanacak kadar düşmedim. Ayağını denk al. Bizim sisteme bir kere düşen ettiğini bulmadan çıkamaz kulağına küpe olsun. Şimdi defol git. Sakın unutma zamanı geldiğinde cehennemin dibine bile gitsen biz seni bulur getiririz.’ dedi. Adam tıpış tıpış odadan çıktı. Kıpkırmızıydı. Karmen’e göz ucuyla bile bakamadı.

       Karmen içindeki öfkeyi kusup biraz rahatlamıştı. Bana döndü ‘Nasıl alçaklarla uğraşıyoruz görüyor musun?’ dedi. ‘Görmez miyim Karmen?’ dedim. Gülümsedi. Koltuğumun koluna oturdu. Alnımdaki yarayı elledi fısıldar gibi sessizce ‘Zor bir günmüş.’ dedi. ‘Kolay bir günümüz mü var?’ dedim. Sarıldık bir süre öylece oturduk. ‘Bugün sormadın.’ dedi Karmen. ‘Hay hay sorayım: Hala sözünü tutuyor musun?’ dedim. Şevkle ‘Tutuyorum.’ dedi. ‘Bir gün vazgeçersen haberim olsun.’ dedim. Karmen kıkırdayarak ‘İlk senin haberin olur.’ dedi. Vedalaştık. Yarın stratejilerimizi gözden geçirmek üzere ayrıldık.