23 Kasım 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 170



Ağaç Ev Sohbetleri 170


Ağaç Ev Sohbetleri devam ediyormuş. Haftanın konusu Deeptone’dan gelmiş. Sadece yazılanları okuyacaktım Ama hedeften biraz şaşmış olabilirim.


"Eski fotoğrafları sever misiniz, biriktirir misiniz?"

Evet, eski fotoğrafları severim. Ama biriktirme işini vakti zamanında çok şükür benim yerime halletmişler. Arada bütün o eski fotoğrafları mezarlarından kaldırıp hepsine tek tek bakarız. Her fotoğrafın hikâyesi en az bir kez dinlenir. Beğenilenler ve muzip bulunanlar ısrarla tekrarlatılır. Tabii tekrarlatma olayı evdeki yaş ortalaması düşükken daha sık oluyordu. Şu an ise daha çok komik olanlara gülüp geçiyoruz. Çünkü herkes sonunda hikâyeleri hatırlayabilecek yaşa geldi. Daha sonraysa doğumlardan ve ölümlerden bahsediyoruz. En tombul, en yaramaz, en çok saçı olan bebekler kimlerdi diye konuşuyoruz. Bu soruların cevapları son sorduğumuzdan bu yana değişmişse hemen itiraz ediyoruz. ‘Öyle dememiştin, şimdi niye böyle dedin?’ gibi sorularla ebeveynleri yeterince darladıktan sonra konuyu kapatıyoruz. Şahsen bu fotoğraflarda sevdiğim ölmüş insanlarla karşılaşmak beni üzmüyor. Evet, ölüm kolay alışılamayan derin bir ayrılık... Sizi sevdiğiniz kişiden mahrum bırakıyor. Ölümle karşılaşmanın o baş döndürücü etkisi geçtiğinde birini gitmesi gereken yere uğurlamış gibi hissediyorum. Bunu inancımla özdeşleştirebiliriz. Ama ben genel olarak günlük hayattaki sıradan vedalarda da üzülmem ya da ağlamam. İkisi karşılaştırmaya açık değil diyebilirsiniz. Deyin, yine de karşılaştıracağım. Çok sevdiğim birini uzun süre göremeyecek olduğumda bile absürt bir neşe ile onu gideceği yere uğurlarım. Çoğu zaman bunu farkına varmadan yaptığımı anladım. Bu galiba benim ilk ve belki tek iyimser yanıma dayanıyor. Onlarla ayrıldığımda yeniden buluşacağıma inanıyorum. Bu anlamsız mutluluk da bundan kaynaklanıyor. Kulağa mantıklı gelmiyor, biliyorum. Yine de bu beni rahatlatan bir şey ve böyle düşünmeye devam edeceğim. Onlarla bu hayatta ya da (inançlara göre varlığı tartışılan ama yazdıklarıma bakıldığında benim adıma tartışmaya açık olmayan) diğer hayatta bir gün yeniden buluşsam da buluşmasam da…

Çevremizdeki insanların da bu tarz albümleri ve koleksiyonları vardır. Herkes başka birinin fotoğraf albümünde neden kendi şapşal fotoğrafı olduğunu düşünüp durur. Onu almak ister. Ricalarda bulunur, ama geri alamaz. Sonuçta gün sonunda harika bir şantaj malzemesidir. Fakat bir sonraki misafirlikte onların evindeyken onun da sana bedelini ödetebileceği bir fotoğrafın mutlaka vardır. O yüzden herhangi birini ağlatmadan tadında bırakmak her zaman tavsiye edilir. Bu masum anıların tarihe karışmasını önlemek adına bir ihtimal bu geçmiş günlerin son kayıtlarını saklayabilirim. Ama tercihim kesinlikle onları dijitalleştirmekten yana olur. Çeşitli şartlar altında daha güvende ve daha az yer kaplayacak biçimde depolanmış olurlar. Zaten mevcut fotoğraflarımı saklamak için terabaytlık diskim var. Hepsi orada mutlu mesut durur.

Bu modası geçmiş fotoğrafların kendilerine özgü düşük pikselleri, gerçeklikten uzak soluk renkleri ve yer yer ölçüsüz parlaklık gibi sorunları var. Yine de eşlik ettikleri anı yakalamışlar ve bize ulaştırmayı başarmışlar. Bunun için onlara minnettarım. Ama bu fotoğraf albümlerinin tamamen tedavülden kalkması da beni hiç üzmez. Sonuçta istediklerimin yedekleri varsa bu tamamen gereksiz bir hüzün olacaktır. En nihayetinde zamanı geldiğinde yeni olan eski olanın yerini kaçınılmaz şekilde alır. Eskiyen şeyler yok olmaya mahkûmdur.  Bu konuda elimizden bir şey gelmez. Bu sebeple değişime direnmek manasızdır. Sizi bilmem ama bir şeylerin eskimesi ve yerine yenilerinin gelmesi bana çok alelade geliyor. Büyürken içinde bulunduğum yılların teknolojik dönüşümü bunu kolaylaştırdı. Hayatımdaki nesnelere, mekânlara ya da olaylara aşırı bir bağlılık göstermem. Çünkü yeri geldiğinde hepsi eskimiş olacaktır. Müsaade etseniz de etmeseniz de eski yeniyle yer değiştirecektir. Tabii bu fotoğraflara manevi bir anlam yüklediyseniz onları tarihin tozlu sayfalarına gömmeniz bir parça zor olacaktır. Yine de üstesinden gelirsiniz. Dünyanın sonu değil ya?

Ben çocukluğumu 2000’lerin başlarında yaşadım. DVD’lere CD koyup animasyon izlerdik. Daha sonra DVD de CD de tarih oldu. Biraz daha büyüdük. Onun yerine USB’lere film yükleyip bilgisayardan ya da televizyondan izlemeye başladık şu zamandakilere kıyasla epey yavaş cihazlardı. Tabletler, telefonlar gibi akıllı cihazlarla tanıştık. Şimdi bir şey izlemek istiyorsanız tek gereken internet ve belki tercih ettiğiniz dijital platformlar... Müzik dinlerken de aşağı yukarı aynı serüveni takip ettik. CD’lerimizi dinledik. Sonra MP3 çalarlarımızı kullandık. MP4’ler çıkmıştı. Sonra YouTube geldi. YouTube’dan müzikler indirip dinledik. Daha sonra da Spotify hayatımıza girdi. Belli ebattaki dosyaların aktarımında da USB ya da maile gerek kalmadı. Artık WhatsApp web vardı. Çok işime yaramıştı.

Bunlar aklıma gelen birkaç tanesiydi. Yani süregelen, hızlı bir değişimle yaşadım. Bu hızdan da epey memnunum. Hatta daha teknolojik bir çağda dünyaya gelseydim daha da mutlu olurdum. Bilgiye daha yakın olduğum, daha kolay ulaştığım bir çağdayım. Fakat bu sanılanın aksine beni tembelleştirmedi. Ve benim gibi birçok insanı da… Genelleştirmeler çuvallar.Ve ben bu çağı başkaları gibi ucundan yakalamadım. Bizzat içine doğdum.  Biz yeni kuşak çocukları kalıplarınıza uymaktan hoşnut değiliz. Tamam, birçoğumuz çok çabuk sıkılıyor, aceleci ve umursamaz davranıyor olabilir. Ama bu bizim benzer kalıp davranışlarda bulunacağımız anlamına gelmez. Hazır laf lafı açmışken söyleyeyim dedim.

Sahi bilgisayar oyunlarından, sosyal medyadan bahsetmemişim bile. Teknolojik süreçlere eklemek istediğiniz başka başka şeyler varsa paylaşmanızdan memnuniyet duyarım.

Bu sohbetler beni çok hoş yolculuklara çıkarıyor. Buna ortam hazırlayan ve sürekliliği sağlayan tüm blog sahiplerine teşekkürlerimi sunuyorum. Bu yazı biçimi benim için hep zor olmuştur. Şiir, roman, hikâye, masal, tiyatro gibi türler fikirlerinizi görünenin arkasına saklamanıza olanak tanır. Bu türler sizi belirli ölçüde saklar ve korur. Karmaşık ve son derece tutarsız düşüncelerinize ifade hakkı tanırlar. Ama nesir kesinlikle bambaşkadır. Az çok ne yazacağınızı bilmek yetmez. Kendinizi anlamak ve yetmiyormuş gibi bir de açık yüreklilikle karşı tarafa anlatmak zorundasınızdır. Benim için gerçekten zor bir iş… Okuduğunuz için teşekkür ederim.

17 Nisan 2022 Pazar

KELİME OYUNU 72

 


KELİME OYUNU 72

Kelime Oyunu etkinliğimiz devam ediyor. Beş kelime veriyoruz ve bunların da içinde olduğu öykü, şiir, deneme benzeri bir yazı yazıyoruz. Herkes yazabilir, beş kelime de verebilir.

Haftanın kelimelerini ben verdim.

Sarı / Güç / Kayalık / Göz / Bilmece

ONA BİR ADIM

Güneş önceden yanmış ensesini tekrar yakıyordu. Tişörtü terden sırılsıklamdı. Hava buranın yazına has oldukça nemliydi. Nefes almak bile ara sıra zorlaşıyordu. Ayak bileğine kadar suyun içindeydi. Su öyle soğuktu ki az süre sonra ayakları zonklamaya başladı. Önünde çağlayan şelaleye doğru biraz ilerledi. Kayalıklardan aşağı baktı. Yine kendinde o gücü bulamamıştı. Başı dönüyordu. Düşündüğü şeyi yapmak istiyor ama yeterli cesareti bir türlü toplayamıyordu. Artık ayaklarını da hissetmiyordu. Kenara doğru yürüdü, sudan çıktı. Bugün burası tamamen boştu. Sadece o ve yapmak istediği o şey vardı sanki. İçten içe dile getirmekten korkuyor, sanki bundan kendisi de habersizmiş gibi davranıyordu. Yok sayıyor, kulak ardı ediyor, şakaya vuruyordu. Çalışmaktan nasır turmuş ellerini ensesine götürdü. Birden geri çekti. Güneş gerçekten iyi yakmıştı ensesini. Gözlerini şelaleye dikti biraz öyle oturdu. Evet, istiyordu. Bunu yapmayı ciddi ciddi arzuluyordu. Fakat nasıl yapacaktı. Bu mümkün müydü? Onu bağlayan hiçbir şey yoktu görünürde. Buradan ayrıldığında yeri kolayca dolardı. Pek tanıdığı, sevdiği de yoktu. Bir iki kişi vardı belki. Onlarla da aylar olduğu halde konuşmamıştı. Kim bilir nerede ne yapıyorlardı? Bir türlü anlam veremediği içindeki sıkıntının kaynağını çok merak ediyordu. Buna karşın bu konuyu düşünmekten de çekiniyor, var gücüyle uzak duruyordu. Suyun içinde sarı, kırmızı, kahverengi taşlar vardı. Taşlardan birini aldı. Elinde evirip çevirdi. Taş kuruduğunda parlak rengi kayboldu. Matlaştı. Kendi durumuyla bir benzerlik yakalayacak gibi bir süre taşa baktı. Ama zihni bu tarz bağlantılar kurmaya elverişli değildi. Belki böylesi onun için daha iyiydi. Acısı azalıyordu. Yine de kendini kendine ifade etme güçlüğü boğazında bir düğümdü. Ne hissettiğini anlayabilse bu kadar üzülmezdi. Bir kez daha ayağa kalktı. Suyun içine girip uca kadar yürüdü. Son kez dedi içinden, son kez deniyorum. Bir an hayatı boyunca hiç yapmadığı bir şeyi yaptı: Odaklandı. Hedefine bir adım attı. Ve ona yakışacak biçimde kabaca aşağı düştü. İlk kafası girdi suya. Ensesi… ensesi çok acımıştı. Vücuduna tüm gücüyle çarpan o su kütlesi değildi canını yakan. Yalnız ve yalnız ensesiydi. Bundan sonrası bir bilmeceydi. Cevabını bulabileceğinden de emin değildi. Denemeye de hali yoktu. Battı, battı, battı… Gün ışığının belli belirsiz ulaştığı bir derinlikteydi. Geride bırakabilmiş miydi her şeyi? İlk defa başarabilmiş miydi bir şeyi? Bilmiyordu. Bilmiyorduk. Derin bir nefes aldı. Ciğerleri suyla dolmuştu şimdi. Yavaş, yavaş karardı gözleri. Sonra korkunç bir karanlık… Işık derler genelde ama ışık yoktu. Bir ses konuşmaya başladı onunla. Anlamadı. ‘Ne diyorsun?’ dedi. ‘Hiiç, bir şey demiyorum.’ dedi gaipten gelen ses. ‘Oldu mu? Yapabildim mi? Öldüm mü şimdi?’ dedi o da. ‘Olabilir. Ölmüş gibi mi hissediyorsun?’ dedi ses. ‘Ne bileyim ben ölmedim ki hiç!’ dedi o. ‘Bana öyle gelmedi bence ölmüşsün daha önce.’ dedi ses. ‘Ölmedim, bilmez miyim ölsem?’ dedi. ‘Bilsen, yine de bırakır mıydın kendini? Nasıl olsa ölmüştün, ne diye uğraştırdın kendini.’ dedi ses. Sonra uzun bir sessizlik… Onun zaten hep olduğu gibi pek söyleyecek bir şeyi yoktu. Ses de susunca ortalık iyice sessizliğe büründü. Ruhu ayrılmış mı bilinmez bedeni suda ağır ağır süzüldü.

10 Nisan 2022 Pazar

KELİME OYUNU 70



Kelime Oyunumuz devam ediyormuş. Uzun bir aradan sonra ben de yeniden yazayım dedim. Geçen hafta yoğundum. Baktım öyküm yarım kalmış. Geç olsun, güç olmasın dedim. Beş kelime veriyoruz ve bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme veya benzeri türlerde bir yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, yazabilir, beş kelime de verebilir.

Geçen haftanın kelimeleri: Çember/Sır/Beden/Deli/Bilinç/


KORKUNUN BİLİNCİ

Güneşin ağır ağır alçaldığı bir bahar akşamıydı. Kır çiçekleri son güneş ışınlarının altında turuncumsu bir renge bürünmekteydi. Havada meltem denilebilecek hafif bir esinti vardı. Sazlar boyunlarını hafif hafif eğiyor, boyu kısa olanlar ise tatlı tatlı suyu yalıyordu. Ortalıkta sırrına erişilmez tatlı bir koku vardı. Bu kokunun kaynağı pek muhtemel sazların arkasındaki koruluktaydı. Az ötede çayırlığın içinde hoplayıp zıplayan küçük bir çocuk vardı. Biraz daha yaklaşınca bunun bir kız olduğunu anlıyordunuz. Rüzgâr her estiğinde minik bedenini sarmalayan basma eteği bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Dağınık saçları, al al yanaklarıyla son derece sevimli görünüyordu. Kız durdu ve yere eğildi. Perçemleri yüzünü örtüyordu şimdi. Büyük bir özveriyle papatya toplamaya koyuldu. Ne yapacağını tahmin etmek zor değildi. Çiçekleri otlardan yaptığı çembere iliştirdi. Farklı bir biçimde yapmıştı tacı. Ama fark etmez bir taç yapmıştı işte. Tacı başına taktı ve koruluğun içine doğru yürümeye başladı. Adımları gitgide hızlandı. Galiba bir şeyi takip ediyordu. Fakat takip ettiği şeyle arası bir hayli açılmış olacak ki takip ettiği şey görünmüyordu. Yaprakların arasından batmakta olan gün ışığının az bir kısmı sızıyordu. Koruluk epey loştu. Küçük kız aniden akşamın bastırmakta olduğunu fark etmiş gibi durdu ve geldiği yöne baktı. Ama anlaşılan fark etmemişti. Önüne döndü ve koruluğun içine doğru tasasızca yürümeye devam etti. Sanırsak bu çocuk o kadar küçüktü ki henüz karanlıktan korkması gerektiğini öğrenememişti. Bizleri korkutan aslına bakılırsa karanlık değil bilinmezliğin kendisiydi. Bu küçük çocuksa bilinmeyene sadece merak duyuyor olmalıydı. Merakı sayesinde bir müddet yürüdü. Koruluğun kalbine cesurca yürüyen küçük bacakları artık yorulmaya başlamıştı. Ara sıra tökezliyordu. Bir sefer az kalsın düşecekti. Yine de yürümeyi sürdürdü. Bazen karnı gurulduyor ona acıktığını hatırlatıyordu. Böyle zamanlarda kaşlarını çatarak karnını tutuyordu. Küçük çocuk en sonunda ağaçların seyrekleştiği bir yerde durdu. Az ötesinde derme çatma bir kulübe vardı. O henüz gidip kulübeye şöyle bir bakmaya fırsat bulamamıştı ki kulübeden dev gibi bir adam çıktı. Küçük korkmadı ama kaşlarını kaldırıp ağzını kocaman açtı. Merak etmişti acaba kendisi de bu kadar büyüyecek miydi? En azından şaşkın suratından yaptığımız çıkarım bu yöndeydi. Küçük çocuk hayretle adama yaklaştı. Adam boynunu epey eğip kızla göz göze geldi. Kız pek ilgisini çekmemiş gibiydi. Konuşmadılar. Adam cüssesine uygunca ağır ağır arkasını döndü ve odunlarını doğradığı baltanın başına geçti. Kız onu takip etti ve izlemek için iyice yaklaştı. Merak, ne yazık ki karşı konulmazdır. Peşine takılsanız da takılmasanız da mahvolursunuz. Dışı sizi içi bizi yakar. Elbette merak etmemek merak etmekten çok daha fena bir hadisedir. Çünkü işleyen zihinler bir şeyleri merak eder. Fakat bazen merak yerine korku daha sağlıklı bir içgüdü olabilir. Küçük kızın yapması gereken de buydu: korkmak. Adam konuşmadan var gücüyle odunlarını doğruyordu. O da yakından izlemekteydi. Çocuk biraz sonra hep tekrar eden bu işi izlemekten sıkıldı. Ağaçların etrafında döne döne başka bir oyuna başladı. Etrafında döndüğü üçüncü ağaçtı. Birden acı bir çığlık attı. Bir ayı kapanına basmıştı. Şans eseri ufak ayağı hala yerinde duruyordu. Kapanın sivri dişleri derisini yırtıp geçmiş her yer kan revan olmuştu. Belliydi bu yaranın izi kalacaktı. Biraz geç olsa da işte tam şimdi gözlerinde merak yerine korku vardı. Çırpınmaya başladı. Acı acı inliyor, hıçkırarak ağlıyordu. Adam odun doğramayı bıraktı ve kulübeye girdi. Çıktığında elinde bir anahtar yoktu. Onun yerine bir iskemle vardı. Acele etmeden çocuğun yanına gitti. Tam karşısına oturdu. Koruluk kızın feryatlarıyla yankılanıyordu. Adam son derece sakin bir sesle konuşmaya başladı. ‘Kendi düşen ağlar mı?’ Çocuk bağıra bağıra ağlıyordu hala. Yardım istiyordu ama kelimeler boğazında düğümlenip kalıyordu. ‘Bak ben de yakalandım bir tuzağa. Kimse yardım etmedi bana. Biliyor musun ağlasan da kimse gelmiyor. Benim burada olduğuma bakma yardım etmeyeceğim sana. İçim kanaya kanaya ben kendim çıktım tuzaktan. Öğrenmen lazım başının çaresine bakmayı… Korkmadın mı buraya gelirken akşamın bir vakti? Ya şimdi? Şimdi öğrendin mi korkmayı?’ ‘Öğrendim.’ dedi çoçuk çığlık çığlığa. Hala bir ümit yalvarıyordu onu kurtarması için. Adam kalktı gitti. Kulübede durdu biraz, sonra çantasıyla çıkıp koruluğun içinde gözden kayboldu. Çocuk artık karanlıktan, koruluktan, kocaman adamlardan delice korkuyordu. Biraz daha büyütmüştü onu şimdi korku. İnsanlar kötüydü ve korkmak gerekliydi. Belki de en lüzumlu şeyi bugün öğrendi.


 

1 Nisan 2022 Cuma

SEVME, SEVİLME ÜSTÜNE

 


İKİYKEN BİR

Yan yana oturuyoruz şimdi hiç konuşmadan. Aramızda sustukça büyüyen koca bir boşluk… Ellerine bakıyorum sıcak olduklarını hatırlıyorum birden. Ama bir sanrıymış gibi yok oluyor bu düşüncem. Seni tanırdım sen de beni ama şimdi hiç tanışmamışız sanki ne tuhaf değil mi? Seninle susarken mutluyduk eskiden. Şimdiyse suskunluğumuza duyduğumuz saygı kalmamış aramızda. İnatla bana bakıyorsun ama söyleyecek bir şeyim yok ki. Gözlerin kısılıyor, sinirleniyorsun. Ters ters bakıyorsun bana. Niye bu kadar sustuk bilmiyorsun. Doğrusu ben de bilmiyorum. Özür bekliyorsun belki. Ama hiç içimden gelmiyor ki. Zaten senin ruhun benimkinden nasıl daha karmaşık aklım almıyor. Başka şeylere odaklanmaya çalışıyoruz ikimiz de. Ben bir böcek buluyorum izleyecek. Sen kim bilir ne? Konuşmamakta sözleşmiş gibi öylece oturuyoruz. Bazen ikimizin anıları kesik kesik canlanıyor gözümde. Sen ne düşlüyorsun acaba şu an karşımda otururken? Sormaya halim yok, suskunluğumuzu bozmak gelmiyor içimden. Saçlarına bakıyorum. Ne güzel saçların var. Simsiyah ve dalga dalga… Bir an gerçekten dalgalanıyorlarmış gibi geliyor. Ama sadece huzursuzca kıpırdanmışsın. Saçlarının dalgalandığı yok. Yine hayaller görüyorum. Tamamen kesiyorsun bana bakmayı. Etrafa bakıyorsun. İzleyecek bir şey bulamıyorsun bakışların masaya dönüyor. Şimdi ikimiz de önümüzdeki masanın örtüsünü izliyoruz. Kareli eskimiş bir örtüsü var. Üstünde çeşitli lekeler… Sen masaya odaklanmışken ben sana bakıyorum. Sen gerçeküstüsün bence. Kimse böyle olmamalı. Ne çok sevgi var yüreğinde. Ben bile nasibimi almışım. Hiçbir zaman senin kadar yetenekli olamadım sevme işinde. Bunu bilmek kalbimi eziyor. Mesele hak edip etmemek değil de biraz daha derin sanki… Ben… Bilmiyorum, bende eksik olan ne? Yüreğim mi yok acaba? Yüreksiz miyim ben? Gözü pek biriyim biliyorsun. Ama galiba sevmeye yüreğim yok benim. Yalnızca sevme işine yok. Biz devasa dünyanın iki ufacık insanı neye kalkıştık böyle? Niye ruhlarımızın yükünü sırtlandık? Şimdi böyle karşılıklı sessiz sedasız oturuyoruz. Değdi mi? Birbirimizi sevdiğimize değdi mi, söyle? Sen sevdin orası kesin. Acaba ben sevdim mi seni hak ettiğin gibi? İnan, bilmiyorum. Bak, buna özür dilenir. Fakat dilemeyeceğim. Öznelerin değiştiği tanıdık bir son kapımızda galiba… Olsun, hayat bu ya bazen ne kadar çabalarsan çabala çıkar aynı sona. Yaşam bizden ibaret değil zaten. Bu saatten sonra boş çırpınışlarla vakit yitirmeye gerek yok. Sen yoluna, ben yoluma… Bir an sanki kırgın olan benmişim gibi yersizce gururlandım. İçimde dalga dalga bir öfke peydahlandı. Tam şu an aramıza büyük mesafeler girdi seninle. Her zamanki gibi benim müthiş hünerimle. Oysa hala karşımda oturuyorsun. Uzansam dokunabileceğim mesafede... Belki yumuşadın şimdi. Hatta beni affetmeye bile hazırsın. Yalnız ben de kalkıp gitmeye razıyım artık. Ellerini kenetledin, masaya koydun. Sonra bana uzattın ellerini. Eğer tutsaydım kalkıp giderdik birlikte. Ama sadece durdum ve bekledim. Zaten sen de başından biliyordun sanırım ellerini tutmayacağımı. Kısacık bir an buğulandı gözlerin. Önümde ağlamamanı diledim. Dalgın dalgın baktım gözlerine. Bir daha göremeyecektim onları bana böyle bakarken. Her neyse, sağlık olsun. Dünyanın sonu değil ya? Her yara kapanıyor er geç. Ve sen kalkıp gittin. Başladığımız gibi sükût içinde bitirdik her şeyi. İyi ki hiçbir şey demedin. İkimizin de mecali yoktu ağır sözler duymaya. Konuşmadan anlaştık birkaç kaçamak bakışla. Zor olan şey ne kaybetmek ne de vazgeçmek… Esas zor olan ince ince sızlayan o yarayla baş etmek…





7 Mart 2022 Pazartesi

ZİHNİMİN SESLERİ

 


KAFAMIN İÇİNDEKİLER

Ben biraz evvel söndüğü zannedilen ateşin ufak kıvılcımıyım. Yak de yakayım. Sonsuz geceyi kesecek tek makas bende. Bin bir derde deva ilaç bende. Bir tek kendime hayrım yok. İşte bu ıstırap çeken kalbime derinden saplanan bir ok…

Hayatın aptal büyüsüne kapılmış halde zaman nehrinin başıboş sürüklenen bir kayığında şelalenin sonuna varmaktayım.

Seviyorum o kadını. Onu bir başkası olamadığı için seviyorum. O ben, ben oyum. O bir papatyanın eşsiz taç yaprağı; bir aslanın kanlı, sivri ve parlak dişi... Zarif ve şeytani…

Hülyalara kapılmak eskisi kadar kolay değil. Mütemadiyen gelecekten korkmak adil değil. Öğrendiğim kelimeleri bir bir unutmak hiç hoş değil.

Neden bütün şarkılar aşk, sevgi, sevda üstüne? Neden mi? Açız çünkü anadan üryan doğduğumuz günkü gibi açız. Burada herkes ya aç ya açıkta. Bizde gönüller büyük cüzdanlar çok çok küçük. Bırakın bir şeye doyalım. Yaşama açız biz, diyorlar. Haklılar bence. İçmeden sarhoş olsunlar, para vermeden de mutlu. Göz yumun buna boşuna lakırdı yapmayın.

Gelecek, sen geldiğinde seni bekliyor olamayacağım çünkü muhtemelen farkına hiç varamayacağım. Bu kaçık dünyadan bir çıkış bir kaçış yolu var en azından. O da ölüm. Bekleyip görelim bakalım kim daha önce davranacak hasta ruhum mu ölüm meleği mi?

Güç, ucu keskin sanılan kör bir bıçaktır.

Durup düşünmeye vaktim kalmasın istemiştim. Oysa düşünce yoksa ben de yokum. Bu değilmiş sanırım istediğim.

Ne göz gözü ne de dudak dudağı yakar. İçimizde perçinlenen kıvılcım yalnız ruhtan çakar.

Yazarların buğulu düşlerinden kopup sayfalarda canlanan kadınlar; etten, kemikten, türlü ihtirastan, kibirden ve gizemden doğdular. Her biri içimde ayrı bir yere kondular. Korkak kuşlar gibiler: hep tedirgin hep tetikte… Güzellikleri gün geçtikçe deliliğin pençesine düşüyor. Her birinin gözleri öfkeli, ateş saçıyor. Saçları zehirli yılanlardan kıvrım kıvrım, kımıl kımıl… Sahi ya neden böyle bütün sevdiğim kitapların kadınları? Neden?

Bana tatlı olduğumu söylemeyi kesin. Ben acımsı bir çağladan daha tatlı değilim.

Dilimiz bize yaratıcı tarafından bahşedilmiş harika bir ödül ve aynı zamanda berbat bir ceza. Gerçi dilim olmasa bile düşüncelerim içimden sızardı benim. Belki toprak bir testiden sızan su gibi… Ya da gürüldeyen şelalelerin taşkın suları gibi dehşetle korkuyla…

Diyeceğim o ki; siyaset birkaç domuzun çamurun içinde devinimlerinden etrafa sıçrayanlardır.

Yalnızlığı arıyorum. Ya bulursam ne olacak bana? Bana ve kafamın içindeki yerleşik eşrafa… Büsbütün azacaklar herhalde. Belki dışarıya çıkmayı dener şerefsizler.

Kolay bulunmayan bir nimet sessizlik… Ama nasılsa ona da şükretmeyi bilmez nankör ruhum.

Acı çekmeyecek ve çektirmeyecek bir yaşta ölmek istiyorum ben. Huysuz, aksi nenelerden olmaksa asla… Bu dünyada bir asır yaşamak uzun dönemde parlak kelepçelerden farksız… Tutsaksın bir şekilde ama yaşama içgüdün bunu anlamlandırmana fırsat vermiyor. ‘Uzun bir yaşam mı?’ ne güzel deniyor. Sim, pul, yalan ama sanki tapılası dünyan… Kendimi tatmin ettiğim bir hayattan elimi eteğimi çekmekten hiç çekinmem. Ölüm diliyorum.

Ben Kaf Dağı’ndan geldim, yorgunum. İplerde sallandırdılar acıyor boynum. Devlerle kol kolayım bu benim alayım. Yürüyoruz tepelerin ardına.

Ben, kısa ömürlerinde hür kelebekler kadar şanslıyım. Çivisi çıkmış dünyanın en şanslı insanıyım. Keder ve acı şu ana dek kapımı hiç çalmadı. Gökten inen nimetler hep elimde avucumdaydı. Öyleyse neden ruhumun dikişleri patlıyor. Ben mi sığamıyorum içine, o mu bana sığamıyor? Kulaklarım eksik işitir, gözlerim görmez oldu. Geçen göğe baktım anlamadım neden yarım. Ruhumda çınlayan dizeler, inleyen ağıtlar var. Şiir, kitap, resim, sanat hiçbiri kurtaramıyor beni. Gönlümde hüznün yakıcı sırrı var. Derdime çare aramıyorum, arasam bulamıyorum. Ben nerede yitirdim kendimi, bir türlü bilemiyorum.

Gözlerini sıkı sıkı yumup kulaklarını tıkama sakın. Belki öğrenmeyi hırsla reddettiğin şey en çok arzuladığındır. Kim bilir?

Kurallar gelişmişlik düzeyi fark etmeksizin pek çok canlının görünmez gemleridir. Her şey onları esnetmek ve kopartmak ister. Ancak yalnızca yeterli asilik ve asabiyet onları yenmeye yeter.

Ben henüz kendimi anlamamışken beni anlamaya meraklı bunca insan neden?

Seçmesini bilen için kitabın çok hoş meziyetleri vardır ama elbette her nimet bir zahmet karşılığında elde edilir.

Ben, ruhum ve türevlerim yeterince mutluyuz. Sırada diğerleri var, onlar için yaşıyorum. Ben; şansla, şansın içine doğan ben söz verdim. Paylaşmaya, kurtarmaya, yükseltmeye, yüceltmeye söz verdim. Sözümü tutmak için yaşayacağım. Bunun için buradayım. Dünya’da başka bir işlevim yok.

Her dize bir öncekini unutturacak kadar kuvvetliyse o dizelerin ayakucunda marifetli bir şair yatar.

Beni affet bugün günlerden pazar. Hüznün zehri içime akar azar azar. Beni affet çünkü gök mavi ve bulutlar beyaz. Beni affet ömrüm zannettiğimden de az.

Şu nahoş gezegenin yıkık duvarları arasında kalmış zavallı bir kızım ben.

Yollar, sözler, dertler, devalar, türlü türlü cefalar her biri benimdir.

İhtimaller silsilesi sadece berbat zamanlara özgü olarak gerçeğin kendisinden daha kötü olabilir.

19 Şubat 2022 Cumartesi

ÖLENLE ÖLÜNEBİLİR

 

                                                             


                                                            05.05.2019

     Bir aralar saçları günbatımından kızıl olan babaanneme;

Nasıl gittiğini bilmemekle beraber merak ediyor muyum onu bile bilmiyorum. Belki senin için gökten mermer, tırabzanları kakmalı bir merdiven indirmişlerdir. Ya da huzurlu nazik ruhuna bir çift kanat hediye etmişlerdir. Belki ölüm meleği seni kibarca tutup arşa yükseltmiştir. Giderken göz ucuyla olsa da bizleri gördün mü? Veya geride bıraktığın diğer şeyleri… Ölüm, sessiz ve kısa vadede tehditsiz görünen bir hayalet sanki. Biraz yaşadık onunla sonra dedeyle ikisini baş başa bıraktık. Anlayacağın bu sefer yalnızca tek bir kişiye el salladık. Seni tanımış mıydım? Benim bildiğim gibi misin? Yoksa çok daha farklı mı? Seni yitirdik ama bunun farkındalığına bir türlü varamadık. Mezarına papatya tacı bıraktım. Umarım takmaya fırsat bulursun. Sana yakışacak. Ölümle yaşam günlük yaşamda da gözlemlediğimiz gibi sık sık birbirini takip eder durur. Ama bir şeyi uzaktan gözlemlemekle birebir yaşamak öyle farklıymış ki ayrımına varabildiğim bu iki kavram şu sıralar kafamda düğümlendi kaldı. Zaten yeşil bir örtünün altındaki tabutta senin olduğunu kabullenmek hayli zordu. Çünkü sen hiçbir zaman tek renk olmadın. Evin bile yüreğin gibi cıvıl cıvıl… Albümlerde eski fotoğraflarını gördüm yeniden yeniden canlanıp yaşadın o karelerde. Sen ölünce anladım. Atan her kalp, yaşayan her canlı bir nimetmiş. Var olmayı bir gün yok olmak takip edermiş. Sen olmayınca pembe evin neşeli nağmeleri sona erermiş. Seni sonun başlangıcına gönderirken herkesin gözü nemli, yüreği alev alevmiş. Sen yaşamımdaki yılların pek nadide bir parçası, tatlı anıların baş tacıymışsın. Seni özleyeceğim. Seni ömrümce seveceğim. Gönülden söz veriyorum seni unutmayacağım.

     İçten sevgilerle torunun Ayça

Adres: Artık senin orada yaşamadığın ev          

13 Şubat 2022 Pazar

SEVDİĞİM ŞEHRE SESLENİŞ

 


DELİCE ÖZLEM NASIL MI DUYULUR? İŞTE BÖYLE
Neredesin İstanbul? Yerindesin biliyorum. Nerede o koca ruhun beni ezip geçen? Özlüyorum kokunu. Deniz nasıl? Selam söyle ona benden. Bir de özür dile. Dünyayı verseler değişmem onu. Çok seviyorum. Söyle tamam mı? Yürüdüğüm kaldırımlara, gezdiğim sokaklara iyi bak. Döneceğim. Yeniden köşe bucak gezeceğim. Bütün methiyeleri yalnız ve yalnız sana düzeceğim. Söz! Burası öyle renksiz ki sevdiğim bir renkten bile sıkılacağım: Griden. Düşünsene gökyüzü bile mavi değil. Çepeçevre sivri dişlerle örülü etrafım. Bir canavarın ağzındayım sanki. Sen gibi değil. Senin esaretin bile zevkli. Burası beni yiyip bitiriyor. Ama karşı koyuyorum, ben kendimi sana saklıyorum. Sen etimi kemiğimden ayır, sen vur beni şakağımdan. Sen öldür beni. Senin elinden olsun sonum. Nasıl bir şehirsin? Aşığım sana! Göklerin benim umutlarımla süslü çünkü… Anılarım beni sende bekliyor. Şehir dediğin senin gibi olacak. Sen işte yaşlanmayacak tek şeysin. Özün genç be İstanbul! Bana tüm duyguları tek kadehte diktir. Seninle sarhoş olursam iradesizliği kafaya hiç takmam.


17 Kasım 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 117

 


Ağaç Ev Sohbetleri 117


Ağaç Ev Sohbetleri devam ediyor. Haftanın konusu Kaplan Diary'den gelmiş. Ben de uzun zamandır yazmıyordum. Yazayım diye kıvranacağıma eyleme geçeyim dedim. Keyifli okumalar dilerim.


"Kötülüğün kaynağı nedir? Size bilerek kötülük yapan birine tavrınız ne olur?"  


    Kötülüğün kaynağı birincil olarak şüphesiz insandır. Biz insanlar her açıdan güçlü olduğumuzu zannedip büyük bir yanılgıya kapılan zavallılarız. Hassas kalplerimiz, kırılgan haysiyetimiz ve zayıf bir irademiz var. Ve bu üçü öfke ile yan yana gelmeye görsün korkunç şeyler yaşatıyoruz birbirimize. Hayır, suçlu ne kulağımıza fısıldayan Şeytan ne de kaderimizi yazan Tanrı… Tek suçlu biz ve bizim özümüz…

     Doğuştan kötü olma fikrini irdeliyorum bazen kendi kendime. Berbat ihtiraslara sahip olan bir ruhla doğuyoruz. Yine de insan fikrimce kötülüğe meyilli olarak dünyaya gelmez. Buna yatkınlık çevreden edinilir. Fakat her birimizde idrak yeteneği bulunuyor. O yüzden kötülük yapmanın mantıklı bir açıklaması yoktur. Her ne sebeple yapılırsa yapılsın kötülük kötülüktür. Ayrıca hafifletici sebepler de bana fevkalade saçma gelmektedir. Hata hatadır; suç suçtur. Kötülüğe neden olmuşsa önüne arkasına bakmaya gerek yoktur. İkisi de layığıyla cezalandırılmalıdır. Ne eksik ne fazla… Günümüzde hala daha kötülüğün karşılığının verilmemesi sinirime dokunmaktadır. Bence adalet sert ve sahici olmalıdır. Kötülüğü dizginlemek için görmezden gelmek ve affedici olmak son derece yersiz ve bayağıdır. Bizler Tanrı değiliz. Bırakın da o bağışlasın.

      Bizler aşağılık içgüdülere uyarak dünyayı çirkin bir hale büründüren yaratıklarız. Özümüze uygun davranalım. Yok eden şahıs bir yerde yok edilmeyi hak etmiştir ne de olsa. Can alanın canı değersizdir artık. Irza geçenin bedeni bir hiçtir. Çalıyorsa malının kıymeti yoktur. Sövüyorsa, dövüyorsa hem sövülmeyi hem de dövülmeyi çoktan hak etmiştir.

      Hak, hukuk, adalet… Ne güzel tınısı var bu üç kavramın değil mi? İnsan bir an bu üçüyle tüm kötülüklerin üstesinden gelinir sanıyor. Ama yok, maalesef öyle değil. Kötülük o kadar yaygın o kadar karanlık ki hepsini tek lokmada yalayıp yutuyor.

      Bana bilerek kötülük yapan birine ne yaparım peki? Elbette bu kötülüğün derecesine bağlı olarak oldukça değişkenlik gösterir. Fakat sevimsiz bir deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki kötülüğe kötülükle karşılık vermek son derece zevksiz ve can sıkıcı… Bu aynı haklı çıkmayı çok arzuladığınız bir kavgada haklı çıktıktan sonra kötü hissetmeniz gibi bir şey…  Anlayacağınız bırakın getirisini götürüsü var. Vicdan azabı veya huzurun bozulması gibi kötü sonuçlar da doğuruyor. Yani elde var sıfır.

      Genelde bana kötülük yapan kişiye karşı daha dikkatli bir tutum sergilerim. Yaptığını ileride de yapabileceğini unutmam. Eğer o kişiden uzaklaşma ya da onu kendimden uzaklaştırma şansım yoksa hareketlerini ölçüp tartarım. Bir daha aynı şeyi yapmasına müsaade etmem.

      Bazen kesin bir dille tüm ilişiğimi keserim. Çünkü böyle gerekir. Beni yok yere mutsuz ediyorsa hayatımda yeri yoktur. Ben de sakince gider gerekeni yaparım. Bunu yaptıktan sonra eğer doğru bir şey yaptıysam kuş gibi hafiflerim. Üstümden bir yük kalkar.

      Bir de bardağı taşıran kötülükler vardır. Umalım da başımıza hiç gelmesin. İşte o zaman yapacaklarım benim için de tam bir muamma…



22 Eylül 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 109


AĞAÇ EV SOHBETLERİ 109

      "Beş yıl önceki yaşantınız nasıldı? On yıl sonrası için hayalleriniz, beklentileriniz ve yaşama dair hedefleriniz nelerdir?"

      Uzun bir aradan sonra yeniden bu seriye yazmaya karar verdim. Açıkçası bu yazının kendimle de yüzleşmemi sağlamasını umuyorum. Herkese keyifli okumalar.

      2016 yılında ben hayatımın ilk sınavına hazırlanıyordum. Bilen bilir o zamanlar TEOG vardı. Pek stres yaptığımı hatırlamıyorum. Beynim o yıla dair anılarımı büyük bir mutlulukla sildi. Birkaç masa başı ders çalışma karesi, sınav anına ve sonrasına dair üç beş şey dışında unuttum gitti. Bellek ilginç şey doğrusu… Koca sene göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Sınava girdim. Güya iyi bir puan aldım. Ben hariç herkes memnundu. Sinir bozucu bir deneyimdi. Daha iyisini yapabileceğimi biliyordum. Neyse işte bir yere yerleştik. Sonra lisedeki ilk derslerimin birinde hocam zamanın su gibi akıp gideceğini söyledi. Öyle de oldu. Yazdıklarıma bakarsak beş yıl önceki ben için tüm yaşantım bu sınavdan ve süreçlerinden ibaretmiş gibi görünüyor. Başka şeylerden bahsedeyim. Mesela gezmesini bilirdim. Bıkmadan yorulmadan gezerdim. Farklı insanlarla tanıştım. Bol bol konuştum, görüştüm, tartıştım. Sık sık güldüm, çokça ağladım. Yalnız çok gülen çok ağlar diye bir laf var ya yalan o. İnanmıyorum öyle olduğuna. Fiziksel olmasa da ruhsal açıdan büyüdüm. Merak ettim, sorguladım. Kendimi buldum, kaybettim. Okudum, yazdım. Zihnimi inşa ettim. Arkadaşlar edindim. Bazılarıyla hala görüşürüz. Bazılarının izini kaybettim. Kişiliğim ve bilinç düzeyim belirginlik kazandı. Bir çocuktan, ergene sonra da bir gence geçiş yapmanın ne kadar sancılı bir süreç olduğunu hatırlıyor musunuz? Boş verin cevap vermeyin. Laf olsun diye sordum.

      Şimdi üniversiteye yerleştim. Bakalım daha neler neler göreceğim? Zamanla öğreniriz. Tabii bunun öncesinde de sınav, deneme, dershane, korona, uzaktan eğitim, mezuna kalma, yeni hazırlıklar, plan, hedef, ders çalışma, sıkılma, devam etme, bıkma, devam etme tarzı upuzun bir yolculuk var. Fakat ben sizi daha fazla bunlarla sıkmayacağım. Okurken bile bunaldığınıza eminim.

      Geçmişten ve bugünden bahsettiğimize göre artık geleceğe gelebiliriz. Hayaller… Kimilerine göre abartıdan uzak, gerçekleştirilmeye müsait şeyler olmalılar. Bu sayede ulaşılabilir biçimleri insanları mutlu eder. Ya da yine başkalarına göre uçuk kaçık olmasında bir sakınca olmayan şeylerdir. Hayali bile mutlu ediyorsa neden mutlu olmaktan çekinelim ki? Bir de bu düşünce biçimlerinin yaşla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bence bu tamamen kişisel bir şey…

     Hayallerime gelirsek aklıma gelenleri sıralayayım.  Mutlu, huzurlu bir Türkiye hayal ediyorum önce. Şöyle masallardaki diyarlara benzeyelim istiyorum. Gerçekdışı güzel olalım. Hayal bu ya her şey serbest… Önüme set çekmeye kalkmayın. Kocaman bahçeli bir evim olsun istiyorum. Bahçeye su kaydırağı koyayım elbette havuzla beraber. Sonra sırayla zıpzıp ve şu acayip salıncaklardan… Hani şu çalılardan yapılan labirentler var ya onlara da bitiyorum. Kendi diktiğim bir ağaca ağaç ev kondurmak da hayallerim arasında. Garip sinekkapan bitkilerinden ve baobap ağaçlarından bol bol yetiştireceğim. Boyumca çiçeklerim olsun istiyorum. Bitkilere bakmayı hiç beceremiyorum. O yüzden bu benim için süper olurdu. Şüphesiz atlar da olmalı. Atlar harika yaratıklar hayallerimde mutlaka yerleri olmalı. Arka bahçemde dünyadaki meşhur yapıların orijinal boyutları da yer almalı. Evet, arka bahçe değil havaalanı mübarek. Ayrıntılara takılacak mıyız? Bu sefer değil. Hayal kuruyoruz. Sevdiğim film setlerini de arka bahçemde görmeyi isterdim. Ne yani Pisa kulesi’nin yanına süs havuzu mu koyayım? Tabii ki film seti koyacağım. İyice uçmuşken sevdiğim bir ürünün fabrikasını da arka bahçeme ekliyorum. İşte hayaller böyle olmalı. Fikri bile gülümsetmeli insanı.

      Sırada beklentiler var. Beklentilerim bazen umut dolu bazense tam tersi… Ama ümit gençlikte olduğundan kendimi yüreklendirmeyi deniyorum. Başardığım da oluyor, başaramadığım da. Vazgeçmek yok!

      Hedeflerimden biri gelecek on yıl içinde farklı bir ülkede yaşamak. En fazla beş yıl olmak koşuluyla oranın kültürünü, insanlarını tanımak; kariyerime katkı sağlamak istiyorum. Neden en fazla beş yıl? Çünkü ülkemi özlerim ve sömürebildiğim kadar bilgiyi bu topraklarda işleme sokmak üzere geri dönmem gerek. Çalabildiğim tek bir müzik aleti var. O da mızıka. İyi çalıyorum. Benimki c diatonik. Ama kromatik mızıka çalmayı da öğrenmek istiyorum. Ben kendi mızıkamla blues, country, rock çalabiliyorum(10 delik). Kromatik mızıkalar caz, Latin ve klasik müzik çalabiliyor(12-14 delik). Üniversite bitmeden staj ve proje deneyimi elde edip kendimi geliştirmek de hedeflerim arasında. Almanca’yı sular seller gibi konuşmak istiyorum. Bunun üzerine de çalışıyorum. Bir hedeften çok istek ama bir kitap yayınlamak isterdim. Kafamda bir kısmı kâğıda dökülmüş çılgın senaryolar var. Tabii arz talep ve biraz da şans lazım… İçime sinen bir STK'de gönüllü çalışıp insanlara bir faydam dokunduğunu görmek istiyorum. Artık yağlı boyada ustalaşmak da hedeflerimin içinde yer alıyor. Bol bol Bob Ross izlerim artık. Soruyu bir daha okudum. Hedeflerimden biri de yalnızlığımı muhafaza etmek. Bunu başarır mıyım bilmiyorum? Başarırsam huzuru on ikiden vurmuş olacağım. Konuyu biraz açayım. Kendimi herkesten ve her şeyden soyutlamak değil amacım. Sadece bir aile kurmak istemiyorum. Evlenmek, çocuk sahibi olmak bana göre değil. Neden onca yükün altına gireyim ki? Üstelik yalnızlık beni hiç mi hiç rahatsız etmezken… Hem ailedeki bireylere biçilen roller öyle yanlış ki bunu kabul etmemi beklemeyin benden. Evet, herkes aynı değil. Ama dâhil olunan kurum aynı. Birey değil ailenin bir üyesi oluyorsun. Olmuyorum işte hayret bir şey. Tamam, bazılarınız beş yaşından beri gelinlik hayali kuruyor olabilir. Ama ben kurmadım. Sen daha çocukken evleneceğim deyince tepki almıyorsun ben evlenmeyeceğim deyince neden tepki alıyorum. Herkes kendi işine baksın. Bakın bireyciliğim tuttu yine. Affedin sinirlendim. Reenkarneye inanmıyorum. Bana verilmiş tek bir yaşam var. Tek beden, tek ruh ve tek şans… Hayatımla kumar oynamayacağım. Ne derseniz deyin buna hiç niyetim yok.

     Bana şans dileyin. Yolun başındayım.



19 Eylül 2021 Pazar

KELİME OYUNU 42


 

KELİME OYUNU 42

 

Kelime Oyunu devam ediyormuş. Beş kelime verip bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, deneme, şiir benzeri yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, beş kelime de verebilir. Haftanın kelimelerini Deeptone verdi. Ben de bu hafta elimden kayıp kaçmadan bir yazı ekleyeyim dedim.

Beş kelime: Yurt/Uyku/Böcek/Sedye/Gökyüzü

KALBİN AVUCUMDA

      Kabanıma daha da sarılıp hızlı hızlı yürümeye devam ettim. Poyraz da hızını arttırmıştı. Güneş doğmuştu ama gökyüzünde gri bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Yoldaki su birikintilerine dikkat ederek yürüyordum. Arabamı uzak bir yere park ettiğime çoktan pişman olmuştum. Kasvetli havaya rağmen keyfim yerindeydi. Çünkü ona gidiyordum. Köşeyi dönüp yüz metre daha yürüdüm. Yurda ulaştım. Kaygan merdivenleri temkinli bir biçimde çıktım. Duvarların boyanmış olduğunu gördüm. Akif’in yaptığı yüklü bağışla ilgisi var mıdır diye düşündüm. Bilmiyordum belki öyleydi belki de değildi. Benden kilometrelerce ötedeki eşimi bir an için çok merak ettim. Aramızdaki garip bağı hissettim. Başına bir iş mi geldi acaba diye bir süre düşündüm. Neyse ki kuruntum uzun sürmedi. Odaklanmalıydım. Burada oldukça önemli bir işim vardı. Girişteki danışmaya yöneldim. Kadın, erken geldiğimi söyledi. Ne yapayım uyku tutmamıştı. Onu göreceğim her günün akşamı içimi delice bir heyecan kaplardı. Saman sarısı güzel dümdüz saçları, ela küçücük gözleri ve şirin mi şirin kepçe kulakları olan harika bir varlıktı. Ona her baktığımda gerçek olup olmadığını sorgular gibi kaşlarımı çatıyordum. Masal diyarından çıkıp gelmiş gibiydi. Narin, sevecen ve sessiz bir çocuktu. Akif ile ben gibi sessiz… Kimi zaman dakikalarca konuşmadan bakışır yine de anlaşırdık. Kelimelere değil hislere ihtiyacımız vardı. Bu bize yetiyordu. Yanına gitmek istediğimi birkaç kez söyledim. Kadın biraz bıkkınlıkla biraz da mahcubiyetle beni normalde girilmeyen yatakhane bölümüne götürdü. Bilirsiniz en katı kurallar dahi yeri geldiğinde esnetilmeye müsaittir. Yurt adına yaptığımız katkıları görmezden gelemedi sanırım. Yatakhanede mışıl mışıl uyuyan çocukları geçip o çok sevdiğim masal oğlanının yanına geldim. Usulca yatağının ucuna oturdum.

      Bundan birkaç yıl önce Akif ile çocuğumuz olsun istedik. Sonra zaten doğar doğmaz şanslı olacak bir çocuk yerine hayatı daha zor olan bir çocuğu seçtik. Aslında bu karardan sonra bile çocuk sahibi olmak benim için son derece korkunçtu ama onun sayesinde bu süreci atlattım. O, dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en naif çocuk bu yüzden ona alışmak çok kolay oldu. O, büyük bir şanstı bizim için. Tabii çevreden o kadar çok tepki aldık ki anlatamam. Kendi kanımızdan bir çocuğa sahip olmak varken neden ‘öteki’ olan bir çocuk istemiştik? Başımızın zoru neydi de elin çocuğunu evlat ediniyorduk? Değer miydi hiç? Bu ve bunun benzeri pek çok sinir bozucu ve kırıcı ithama maruz kaldık. Yalnız karar vermiştik bir kere yolumuzdan dönmek yoktu. Onunla hikâyemiz böyle başlamıştı işte. Elbette başta birbirimize alışamadık. Hatta bu durum beni korkuttu. Hep böyle olursa mahvolurum dedim. Çok şükür yavaş yavaş kaynaştık. Bana anne derse mutlu olacağımı yine de istediğini söylemekte özgür olduğunu söyledim. O günden sonra ara sıra bana anne demeye başladı. Dünyalar benim oldu. Şimdi de onun yanında olmak beni fevkalade mutlu ediyordu.

      Üzerini iyice örttüm. O sırada minicik kalbinin atışlarını hissettim. Telaşsız, tatlı tatlı atıyordu. Geçenlerde anneler gününde bana bir kart hazırlamış. Kartta şöyle yazıyordu: ‘Çiçeğim, böceğim biricik anneciğim anneler günün kutlu olsun.’ Kartı okuyunca duygulanıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Akif ağladığımı görünce endişelenip hemen kartı elimden aldı. Okuyunca onun da gözleri doldu. Sık sık yaptığımız gibi sessizce yan yana oturduk. Ben bunları düşünürken o irkilerek uyandı. Onu sarmalayıp güvende olduğunu fısıldadım. ‘Sedye…’ dedi. Yetkililer ağır bir travma geçirdiğini söylemişlerdi. O yüzden hassas bir çocuktu. Ailesini trafik kazasında kaybetmiş. Ne yazık ki olanları hatırlayabilecek yaştaymış. Kalbinin üzerindeki elimi gördü. ‘Kalbim nerede?’ diye sordu heyecanla. ‘Kalbin avucumda…’ dedim. ‘Neden aldın onu?’ dedi. ‘Sadece öpmek istemiştim. Yerine koyuyorum şimdi.’ dedim. Onay verdi. Kucağıma iyice yerleşti. Tekrar göz kapakları ağırlaştı.


12 Eylül 2021 Pazar

BENLİĞE İHANET


 

BENLİĞE İHANET

      Delice yazmak isteyen ruhumu her görmezden geldiğimde… Kulaklarımda yalnızca tek bir dize: Kendine ihanet etme. Çünkü en çok da ben yazmalıyım. Ben bu soluk benizli hasta, kumaşı eprimiş eski ruhumun iniltilerini dışa vurmadıkça ziyandayım. Karanlık olduğu kadar köhne olan zihnimin zindanlarındayım. Çıkış yok, ışık yok. Bilen yok sorsan. Boyuna bir buhran… Ne cellât var doğru dürüst ne azat; ne büsbütün ölmek ne de kanlı canlı dirilmek. İşte benim de tek yaptığım arafta öylece dikilmek.

      Yazmak… Yazmak… Yazmak… İster usulca acelesiz ister savurganca ahenksiz… Ruha özgürlüğü tattırmak bu kadar basit işte… Özgürlük benim değil. Hiç olmadı. Ama tadına bir kere vardım. Müptelası olarak kaldım.

      Yazmam gerek. İki elim kanda olsa bile dur durak demeden… Ben buyum. Özüme yazarak dönüyorum. Benim için yazmak tekinsiz bir yolculuk. Yine de yüreğimde bırakmıyor burukluk. Ve bazen nereye varacağını bilmeden yazıyorum. Bu sayede bir an için unutuyorum etten kemikten olduğumu. ‘Bunun nesi hoş şimdi?’ demeyin. Aksine memnunum bundan. Düşünsenize ruhum kilitlerini açıyor kafesimin. Kendime en fazla bu kadar yardım edebilirim. Ama genelde kâfi gelir.

      Dertler, başıbozuk bir düğüm boğazımızda… Dertler, böğrümüze oturan koca bir öküz aynı zamanda… Dertler, acı acı yankılanan yardım çığlıklarımız… Ne düğüm çözülecek ne öküz kalkacak ne de çığlıklarımız duyulacak. O yüzden yazalım. Tek devamız şüphesiz soluksuz yazmaktır. Ben ve benim gibi perişan ruhların yazmaktan başka tutunacak dalı kalmamıştır. Yazdıkça yaşarım, yazdıkça yaşatırım. Artık içimdeki karanlıkla uğraşmayı bıraktım. Her canım sıkıldığında onu eşmeyi bıraktım. O var. Önceden de vardı. Sonra da var olacak.     

      Benim açımdan tüm bu dertlerimin yegâne devası yazıdır. Yazarak korkuyla yüzleşirim. Yazarak ümitlerimi yeşertirim. Yazı benim için hem süresiz bir savaş hem bitmeyen bir barış. Hapsolmuş fikirlerime sunulan bütün olanaklar yazıdadır. Böyle zamanlarda yazarken akla karanın ayırdına varmak değildir hedefim. Yalnızca kaptırdığım gibi yazmak… Dolup dolup taşmak…

      Yazdığınız takdirde ne kalem karışır size ne kâğıt. Yalnızca masumca beklerler. Surat asmazlar, burun kıvırmazlar, kulak tıkamazlar. Kendilerini size teslim ederler. Zehrinizi akıtmanızı sakin sakin izlerler. Sizi yargılamaya hiç niyetleri yoktur. Ne yazarsanız yazın umurlarında değildir sanki. Belirli bir sınır da yoktur, geçmemeniz gereken kırmızı çizgiler de. Hayaliniz el verdiğince yazar, kalbiniz izin verdiğince huzurla dolarsınız.

      Peki, ya yazı olmasaydı nasıl olurdu? Ne bahtsız bir vaziyette olurdum o vakit. Beni sessiz sedasız dinleyen, ne yaptığıma ehemmiyet vermeyen sayfalar olmasaydı. Ya o küçük güzel harfler. Yer yer yuvarlak yer yer keskin kenarlı o şirin mi şirin harfler olmasaydı. O zaman halim haraptı işte. Buna da şükür.

      Ve ben hala erteliyorum yazmayı. Şaka gibi! Gökyüzünü görmeyi erteleyen bir mahkûm gibi… Herkes arkadan bıçaklandığı için hayıflanıp durur. İhanete uğradığından dem vurur. Ama aslında  en kötü hıyanet, benliğe ihanet…

22 Ağustos 2021 Pazar

BİZİM İÇİN ÖL

 


BÖLÜM 6

Karmen’in yersiz özgüveni sinirimi bozmaya başlamıştı. Karşımda gayet sakin ve dimdik oturuyordu. Yolu boş gözlerle izliyordu. Heyecanlı değildi, korkmuyordu. Yine de benimle göz teması kurmuyordu. Söylediğim gibi kararlarının sorgulanmasını hiç sevmez, konu ne olursa olsun. Bu esnada da siyah transporter varacağımız noktaya oldukça yaklaşmıştı. Bu kadının bazen demirden yapıldığına inanıyordum. Yer yer tamamen duygusuz, çelik gibi sinirleri olan birine dönüşüyordu. Böyle zamanlarda onun ne hissettiğini ya da ne düşündüğünü bilmek imkânsızlaşır. Çünkü savaş zırhını giydikten sonra duygularını sadece savaş meydanında belli eder. Umarım bir planı vardır. Hatta birden fazla olsa çok daha iyi olur. Çünkü ben bu sefer önlem almaktan başka bir şey yapmadım.

Şimdi sinirim biraz yatıştı. Şu an içimde korku filizleniyor. Ya Karmen’e bir şey yaparlarsa… O zaman beyinlerini dağıtmak zorunda kalırım. Karmen’de ben de onun sinirlerinin benden daha sağlam olduğunu biliyoruz. Stresli anlarda mantıklı düşünmeyi zamanla ondan öğrendim desem yeridir. Eğer Karmen’in kılına zarar gelirse o örgüt bozuntusunun kökünü kazırım. Son bir üye kalmayana dek her birini çekinmeden öldürürüm. Hem de bunu büyük bir zevkle yaparım. Karmen meselesi başka… O benim kırmızı, parlak çizgim.

Yol boyunca tek kelime etmeden gideceğimiz yere ulaştık. Arabadan indik. Burası bir mafya inine benzemiyordu. Gayet göz önünde, şatafatlı bir oteldi. Pek çoğuyla yüz göz olsam da örgüt deyince hala aklıma başıboş hangarlar, metruk binalar ve sefillik geliyor. Ama 21. yüzyıldayız hepimiz paraya ve konfora takıntılıyız galiba. Onca kara paradan sonra sadece kaçık olanlar,  rutubetli gerçekten kötücül ruhlu bir yerde yaşar herhalde. Ya da fazla hayalperestler ve romantikler… Otel tamamıyla onlara aitti. Basit, seviyesiz ve ölçüsüz tüm bu insanlar bu müthiş zenginlikle uyuşmuyordu. Şans eseri oraya yolları düşmüş birkaç serseri gibiydiler. Kapıda izbandut herifler, lobide racona uygun karşılama ve hat safhada hödüklük… Havada bariz görünmeyen ince bir duman tabakası vardı. Karmen ile danışmaya doğru ilerledik. Herkes bizi gözleriyle takip etti. Neyse ki az sonra dikkatleri dağıldı ve bön bön bakmaktan vazgeçtiler. İçerisi altın varaklı süslemelerle doluydu. Saray tarzı dev geniş rahat görünmeyen ve gözümü acıtacak kadar parlak koltuklar sağa koyulmuştu. Görgüsüzce seçilmiş dev televizyon bile aralarında minicik kalmıştı. Bekleme alanında maç izleyen birkaç herif vardı. Ellerindeki purolar tabloyu tamamlıyordu. Fakat her biri maçtan kopmuştu. Gol olduğunda sadece spikerin cırtlak sesini duyabiliyordunuz.

‘Hayrola kime baktınız birader?’ dedi lobideki andaval adam. Karmen benim konuşmama fırsat vermeden usulca cevap verdi. ‘Biz Yakut’la görüşmek istiyoruz. Kızıl Yakut’la…’ dedi. Adam gözlerini devirdi, elini çenesine koydu. ‘Bana bak kaç kişi onunla görüşmek istiyor haberin var mı? Hadi bir tatsızlık çıkmadan uzayın buradan. Üstünüz kirlenmesin sonra.’ dedi. Dişlerimi sıktım. ‘Bana bak lan! Ortağımla düzgün konuşacaksın önce. Sonra paşa paşa şu Allah’ın cezası herife burada olduğumuzu söyleyeceksin. Yoksa bir güzel kirletirim üstünü kendi kanınla.’ dedim.  Alın size stres yönetimi, yine müthişim. Birden serseriler puroları bırakıp bana baktı. Herkes ufak ufak tişörtünü sıyırıyordu. Evet, ölüm fermanımı imzalamış gibi hissettim. Biri ‘ Ne oluyor abi bir durum mu var?’ dedi. Adam hallediyorum kardeşim gibi bir şey söyledi. Ucuz yırtmıştık yine. Göz ucuyla Karmen’e baktım gözleri alev alevdi. Çok kızmıştı bana ama beklenmeyen şekilde sıkılmış gibi esnedi. ‘Eğer birbirinizin üstünü kirletmek istiyorsanız alın size fırsat. Benim böyle bir niyetim yok. Kavga etmek istiyorsanız sizi kendi halinize bırakıp şuraya oturacağım. Ama eğer Karmen geldi dersen bunların hiçbirine gerek kalmaz. Orada bekliyor olacağım.’ dedi. Biz bu şekilde davrandığımız için birbirimizi suçlar gibi bakıştık. İt herifin sebep olduğu şeylere bak. Karmen’in ardından gittim. ‘Affedersin kendime hâkim olamadım. Özür dilerim.’ dedim. ‘Henüz batırmadın ama batırmaya çok yaklaştın Sarp. Buraya geldiğim gibi tek parça çıkmak istiyorum. Anlıyor musun?’ dedi. ‘Peki, senin yolundan halledelim. Bir daha ağzımı açarsam ne olayım?’dedim. Karmen bir şey söylemedi.

Çok geçmeden kocaman bir adam bize buluşacağımız herifin odasına kadar eşlik etmeye başladı. Upuzun bir koridorda yürüyorduk. Koridor loştu. Sanırım lavanta tarzı bir şey kokuyordu. Kırmızı ve kahverengi tonlarında sıkıcı bir koridordu. Önümüzdeki adam o kadar iriydi ki neredeyse koridorun hepsini doldurmuştu. Buradan dedi. İşlemeli ahşap bir kapıyı açtı ve eliyle içeri girmemizi işaret etti. Kapıya hayran kaldım. Siyah ya da siyaha yakın bir rengi vardı. Üzerine iki büyük çınar işlenmişti. Ve çınarların yaprakları küçük kırmızı taşlarla kaplanmıştı: Yakutla. Bu muhteşem kapıdan sonra merakım bir kat daha arttı. Karmen ile beraber içeriye girdik. Ve hiç beklemediğimiz bir manzarayla karşılaştık.

DEVAM EDECEK

15 Ağustos 2021 Pazar

MASAL MASAL İÇİNDE

 


MASAL 

      Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken bir masal ormanı varmış. Bu ormanda bütün hayvanlar bir arada yaşarmış. Bir de padişahları aslan varmış. Kötü huylu, uslanmaz, bencil, kendini beğenmiş aslanın tekiymiş. Heybetli desen değilmiş. İşinin ehli desen değilmiş. Ama az uyanık da değilmiş. Ne vakit tahtı sallansa kurdu kuşa düşürür. Sefasını sürermiş. Padişahın vezirleri de varmış. Vezirler padişaha sürekli hürmette bulunurmuş. Bir dediğini iki etmezlermiş. Çünkü padişahın onları eli boş bırakmayacağını bilirlermiş. Ne kadar boyun eğerlerse ne kadar padişahım çok yaşa derlerse o kadar ödüle layık olurlarmış. Sarayda odaları hazır edilir, köşkler ve bahçeler kendilerine tahsis edilirmiş. Cepleri o şekilde altın keseleriyle dolar, karınları böylece tıka basa doyarmış. Vezirlik görevini üstlenen dört tane hayvan varmış. Bunlar yılan, çakal, eşek ve öküzmüş. Masal ormanının kendine ait bir de meclisi varmış. Bu meclis halktan seçilen hayvanlardan oluşurmuş. İşte bu hayvanlar aslanın gücünü eleştirebilen tek toplulukmuş. Buna rağmen aslan onlarla dalga geçer, değersiz olduklarını her fırsatta yüzlerine vururmuş. Aslan orman halkından da kimsenin kendi hakkında kötü konuşmasını hazmedemezmiş. Onu kötüleyenleri bulur ya zindana atarmış ya da sürgüne gönderirmiş. 

     Gel zaman git zaman hayvanlar çok korkar olmuşlar. Attıkları her adıma, söyledikleri her söze dikkat ederlermiş. Dert yanmak yasakmış. Aç kalmak yasakmış. İşsiz kalmak yasakmış. Bir köşede ağlamak serbestmiş ama onu da kimsenin görmemesi gerekiyormuş. Yoksa padişah onları en ağır biçimde cezalandırırmış. Biri, o merhametten nasibini almamış aslanın eline düşmeye görsün hali harapmış. Aslan tüm bu asabiliğine ek olarak oburun tekiymiş üstelik. Gözü doymak nedir bilmezmiş. Hep daha çok istermiş. Yetmezmiş bir türlü. Başlangıçta yavaş yavaş ağaçları kestirmiş. Ağaç işte diyormuş olsa ne olur olmasa ne olur.Yeni yuvalar yapacağım deyip hayvanları zaten kendi yuvaları olan yerden ötelere sürmüş. Sonra yaptırdığı yuvaları sahiplerine geri satmış. Zengin olmuş. Hazinesi dolmuş, taşmış. Benim zenginliğim bizim zenginliğimiz demiş. Ama paylaşmaya hiç yanaşmamış. Ben yoksam, siz yoksunuz. Ben yoksam, siz bir hiçsiniz demiş durmuş. Hayvanlar inanmış. Gelmesin aman derken gitmesin aman demeye başlamışlar. Aslan kendine verilen desteği görmüş. Kendi kendine düşünmüş. Ben en iyisi devam edeyim yaptığım şeylere bana güveniyorlar nasıl olsa demiş. 

     Bir gün vezirler halka haber vermiş. Padişah ormandaki meydanda açıklama yapacakmış. Herkes merak edip meydana gitmiş. Aslan dev pençesini kaldırıp işaret etmiş. 'Oraya bir köprü yapacağım ben.' demiş. Koyunlar 'Yaşa!' demiş. Tilki bakmış bakmış ne çay ne ırmak görmüş. Söz istemiş. 'Pek değerli efendiler efendisi padişahım kusura bakmayın da ben oraya neden köprü yapılacağını anlayamadım, affedin.' Aslan normal demiş. 'Ben ormanların kralı, halkımın padişahı aslan ya sen kimsin? Serseri tilkinin tekisin karışma işime yıkıl karşımdan, elbet bir bildiğim var köprüyü yapalım da altından geçecek su bulunur demiş.' 

      Köprünün inşaatı bittiğinde günler, haftalar, aylar geçmiş. Ama köprünün ne üstünden geçen varmış ne de altından akan. Vezirler şikayetler üzerine apar topar padişahın huzuruna çıkmış. 'Pek yüce efendimiz durum vahim, halk ne diye işe yaramaz bir köprü yaptınız diyor' demişler. Bunun üzerine aslan kükreyerek 'O zaman bundan böyle her hayvan her gün köprüden bir kez geçecek. Ondan sonra da altına bir kova su dökecek. İşte görsünler altından su geçen köprüyü' demiş. Vezirler hemen denileni uygulamaya sokmuş. Zavallı hayvanlar boyunlarını büküp emri yerine getirmişler. İşin kötüsü kovalarını tek su kaynakları olan küçücük bir gölden dolduruyorlarmış. Göl suyu en sonunda kurumuş. Başlamışlar ağlamaya. Bundan sonra en yakın su kaynağı olan karşı dağa gitmeleri gerekecekmiş.           

      Vezirler hemen koşmuş padişaha yetişmiş. 'Efendim efendim ormandaki göl kurudu ne yapalım?' demişler. Aslan karşı dağdan taşıtın demiş. Orman yangınları için hazırda bekleyen filleri bu sefer su taşımakla görevlendirmiş. Taşımışlar. Bu boşluğu fırsat bilen aslan yeni görevliler için kolları sıvamış. Önce hemen bir ferman yayınlamış. Göreve talip olanlar içinden en uçuk teklif vereni seçmiş. Vezirler bu sırada keyifle ellerini ovuşturmuş. Olan bitene kimse akıl sır erdirememiş.

      Saraydaki hizmetçiler bir gün bahçede aslanla tilkinin beraber yürüdüğünü görmüş buna da kimse bir anlam verememiş. Her alakasız ayrıntı gibi bu da unutulmuş gitmiş. Birkaç dakika geçmeden herkes gördüğü bu kareyi unutmuş.

    Vezirler yine gelmiş. Aslan yine ne var demiş. 'Çok yüce efendimiz, pek yüce efendimiz yardım edin orman yanıyor demişler.' Aslan durmuş, düşünmüş. 'Yeni görevliler işinin başında değil mi?' diye sormuş. Vezirler cevap vermiş 'Saygıdeğer padişahım elbette görevlerinin başındalar ama yetmiyor her yer yanıyor. Ne yapacağız?' Aslan 'Kaç filimiz vardı bizim demiş.' 7 demiş vezirler. Pekala, onları saklayın. 'İyi de nasıl yardım ederiz o zaman?' demiş vezirler. Etmeyiz olur biter yok deriz, hastalar deriz demiş aslan siz dediğimi yapın. Vezirler gitmişler. Her şeyin kontrol altında olduğuna dair demeç vermişler halka. Yanan yanmış, kalan kalmış. Herkes kaderine terk edilmiş. 

      Her şey bittikten sonra aslan ve güruhu olay yerine gelmiş. Aslan hazırladığı fermanı çıkarıp vezirlere uzatmış. Vezirler şunu okumuş 'Yok olan yuvaları yeniden yapmak ya da yapmamak tümüyle ben değerli padişahınızın kararına bağlıdır. Ben istersem tüm bu ağaçların yerine çok daha yararlı şeyler dikebilirim.'

      Gökten üç elma düştü; biri bana, biri okuyanlara, diğeri de bütün iyi insanlara olsun.”

KOCAMAN BİR NOT: “Masal başında yer alan

tekerlemeler, masalın muhtevasına inanılmaması için uyarı anlamında söylenirken,

anlatılanların gerçek değil, eğlendirmek ve ibret dersi vermek için uydurulmuş şeyler

olduğunu ifade eden ‘giriş klişeleri’ niteliği taşırlar.” 

Not alıntıdır.